Ekonomiler, tüketim ekonomisi ve üretim ekonomisi olarak ikiye ayrılır. Üretim ekonomileri, istikrarlı bir kalkınma ve büyüme elde ederlerken tüketim ekonomileri, küçülürler ve üretim ekonomilerinin sömürüsü altına girerler. 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ülke ekonomisi açısından “sürdürülebilir kalkınma” yı hedef tayin eder. Bu durum Türkiye ekonomisinin bir üretim ekonomisi olma hedefinde olduğunu gösteriyor.
Kapitalist anlayışa dayanan üretim ekonomileri, dünya pazarını elde ederek tek başına bütün üretim kaynaklarına sahip olmaya çalışır. Kendisinden başka birinin üretim yapmaması için siyasi, iktisadî ve sosyal her türlü yolu dener. Holding, kartel gibi yapılarla üretimi tek elde toplamaya çalışır. Bu yönüyle kapitalizm dünya çapında bir Sosyalist Devlet gibi davranır. Çünkü Sosyalist sistemde devlet bütün üretim kaynaklarını elinde tutup kişisel üretime izin vermez.
Fakat İslam ekonomisi, yurt içi ve yurt dışı piyasalarda üretim ve pazarlama konusunda meşru bütün yolları kullanır. Fakat kendisi büyüdüğü gibi, fâhiş fiyatları pazarlık usulüyle engelleyerek girdiği piyasa halkının ekonomik yönden kalkınmasını sağlayacak formüller geliştirip yurt içi ve yurt dışı fon akımını da savunur ve uygular. İslam hukukuna göre farz olan zekât, gayr-ı müslim veya putperest her hangi bir din mensubuna da verilebilmektedir. Kıyas-ı evlevi (öncelikli kıyas) yoluyla gidilirse sadaka, infak, hibe, karz-ı hasen gibi yöntemlerle yabancı ülkelerin kötüye giden ekonomilerini düzeltmek ve fakir halkının ihtiyaçlarını gidermek için fon transferi yapmak İslam ekonomisinin sulh-u umumi, evrensel barış idealleri yolunda atılan meşru adımlar ve İlâhî yönlendirmelerdir. Bu muamele en azından İslam ve ekonomisinin düşman sayısını azaltır.
İslam, üretim ekonomisini ön görür. Fakat israfı, savurganlığı, tüketim çılgınlığını yasaklar. Firavun örneğinde[1] israfı, toplumların helak unsuru olarak görür ve gösterir. İslam ekonomi literatüründe üretim tüketim ekonomileri, istihlak ekonomisi olarak isimlendirilir. Tüketiciye ise, müstehlik denilir. İstihlak tabiri, lügatta “helak” kavramı ile aynı köktendir. Helak ise, kültürleri, medeniyetleri, sanatları ile bir toplumu varlık âleminden silen ve yok eden İlâhî gazap ve azaptır.
Bu açıdan şuur, bilgi ve iradenin kontrolünde olmayan bir harcama ve faydalanma bir tüketiş ve tükeniştir. Bu manada israf, toplumun tüketim toplumu olmasının başlangıcıdır. Tebzir (savurganlık) ikinci safhası, tüketim çılgınlığı ise son safhasıdır. Kur’anın vurguladığı üzere tüketim çılgınlığına kapılanlar “mütref” olarak isimlendirilir. Mütref kişilerin ahlakı şöyle ifade edilir:
“Bir memleketi helak etmek dilediğimiz vakit onun ni'met ve refahtan şımarmış elebaşılarına hakkı ve hakikati emrederiz de orada (bu emre rağmen) itaatten çıkarlar. Artık o (memlekete) karşı söz (azâb) hak olmuştur. İşte biz onu artık kökünden mahv ü helak etmişizdir.”[2]
İslamî literatürde üretim ekonomileri, istihsal ekonomisi ve üreticiler ise, müstahsil olarak isimlendirilir. 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’na göre kullanılan müstahsil makbuzları İslam ekonomisinin kalıntılarındandır.
Ekonomilerin üretim ve tüketim ekonomisini belirleyen ana unsur, insanlarda kişisel bazda; toplumda ise, sosyal ve makro boyutta uyanan hırs duygusudur. Bu noktayı hırsın neticelerini sayarken Said Nursi şöyle ifade eder:
“Hırs 3 neticeyi verir: Birincisi, “kanaatsizlik” tir. Kanaatsizlik ise sa'ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ (şikayet) ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder...
İktisatsızlık yüzünden müstehlikler (tüketiciler) çoğalır, müstahsiller (üreticiler) azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı (sosyal hayatın devr-i daim yolu) olan san'at, ticaret, ziraat tenakus eder (azalır). O millet de tedennî edip (gerileyip) sukut eder, fakir düşer.”[3]
Bediüzzaman, ekonomi ve sosyoloji açısından birçok tespiti bu kısa paragrafta ifade eder:
- Kamu sektörünün büyüme sebebi…
- Kalkınmanın ana unsurunun üretim oluşu…
- Ülkenin kalkınmışlığının göstergesinin Kamu sektörünün ekonomideki payı ile ölçüleceği…
- Kişileri gayr-ı meşru yollarla kazanç sağlamaya iten sebepler…
- Tembellik ve rehavetin ülke ekonomisine zararı…
- Millî ve kişisel manada izzet ve haysiyeti (itibarı) kaybettiren sebepler…
Bediüzzaman’ın sanat, ticaret, ziraat sıralaması ekonomi dünyasını bir piramit olarak gösterir. Tepe taşı “sanat”, temel tabaka ise “ziraat” tir. Çünkü bütün ekonomilerin temeli hammadde tedarikine dayanır. Hammadde ise, tarım ve hayvancılığa dayanır. Tarım ve hayvancılık sektörünü “ziraat” (ekip mahsul alma) şeklinde özetleyebiliriz. Kozmetik ürünlerden tıbba, gıda sektöründen giyime kadar bütün sektörler hammadde ihtiyacını tarım ve hayvancılık kanalıyla elde ederler.
Ticaret ise, temelde hammaddenin el değiştirmesine dayansa da mamul maddelerin alım-satımı şeklinde de insanlık dünyasında kendini gösterir. Fakat ekonomi piramidi boyutuyla bakılırsa hammaddenin işlenerek “mamul madde” haline getirilmesi sürecini ifade ediyor olarak alabiliriz.
Sanat ise, teknik bilgiye dayanan bir faaliyet olarak el işçiliği manasında “zenaat” şeklinde veya teknolojik imkanlarla seri üretim manasında “sanayi” şeklinde kendini gösteriyor. Bir hammadde bu süreçte 1000 mamul maddenin temel unsuru olmaktadır.
Sanatın en zarif ve latif hali ise, zenaat ve sanayi ile servet ve lüks elde eden toplumlarda uyanan ve sanatkârlık ruhuna dayanan güzel sanatlar faaliyetleridir. Resim, heykel, müzik, sinema, tiyatro, hat, tezhip, şii, roman v.b. faaliyetler… Bunlar ise, manevi birer faaliyet ve üretimdir. Ki insan ruhunun aynası olacak şaheser ürünlerin üretim seviyesini ve varlık âleminin yaratılış sırrını ifade ederler.
Bu süreç dahilinde bakılırsa bir toplumun ekonomik manada kalkınmışlığının göstergesi onda sanat ve sanayinin ve daha ötede güzel sanatların inkişafıdır. Geri kalmışlığının ve tarım toplumu seviyesinde kaldığının göstergesi ise, “hammadde tedarik ülkesi” olmasıdır. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının temel sebeplerinden birisi onun ekonomi noktasında hammadde tedarik edilen bir ülke seviyesinde kalması, sanayi ve teknolojide çağının çok gerisinde kalmasıdır.
Kalkınma ve Gerileme
Güncel tabir olan kalkınmanın İslamî literatürdeki karşılığı “terakki” dir. Osmanlı’nın ekonomik açıdan gerilediğini gören Jön Türklerin dindar kısmı ekonomik ve siyasi açıdan bir diriliş gerçekleştirme projelerini, kurdukları partinin ismi ile şifrelediler: “İttihad ve Terakki.” Birlikten ve birleşmeden kuvvet doğar sırrıyla, “ittihad” ı; doğan kuvvetle hedeflenen unsur manasında “terakki” yi kullandılar.
Ülkelerin kalkınmasını sağlayan ana kriter, gelirin giderden fazla olmasıdır. Bunun yolu ise, ya tüketimi azaltmak veya üretimi artırmaktır. Tüketimi azaltmak, zor olan yoldur. Çünkü tüketim hem zaruri ihtiyaçlara dayanır, hem lüks ihtiyaçlara…
Zaruri ihtiyaç boyutunu azaltmak için çare, nüfus planlamasıdır. Bu ise, İbn-i Haldun’un tespitiyle, ülkenin savunması ve üretim yoluyla kalkınması noktasında zaafiyet sebebidir.[4] Çünkü kalkınmayı sağlayan genç nüfusun çokluğu olduğu gibi tazelenen asker ihtiyacını karşılayan da doğumlardır.
Lüks ihtiyaçları tüketmeyi engellemek veya azaltmak ise, ciddi ve yoğun bir terbiye ve irşad ister. Mektep ve medrese tahsili bu ihtiyaçları frenleyemez. Tekke terbiyesi ve irşadı gerekir. Bu durum her bir vatandaşı ilgilendirdiği için bütün ülkenin bir tekke haline gelmesini gerektirir. Bu ise dinî, ekonomik ve sosyolojik açıdan çok zor elde edilecek bir seviyedir.
Bu durum gösterir ki, kalkınma açısından kolay yol, üretimi artırmaktır. Üretimin artışı ise üretimin organize edilmesine dayanır. Adam Smith’in tespit ettiği üzere ayrı ayrı çalışan 3 kişinin her biri günde 100 iğne üretir. Fakat “iş bölümü” kaidesiyle biri ateşi yakıp diri tutsa, diğeri demiri kızdırsa ve öbürü demiri delip soğutsa günde toplam 3.000 iğne üretildiği hayretler içerisinde görülmüştür. Avrupa’da Sanayi Devrimi ile fabrika tarzı seri üretim bu şekilde yaygınlaşmıştır.
Üretimin organize olmasını sağlayan ise, teknik bilgidir. Teknik bilgiyi ise, eğitim sistemi verir. Bu manayı gören Sultan II. Abdülhamid tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin teknik bilgiye dayanarak, daha verimli ve daha organize işlemesi için Ziraat okulları kurdurmuştur. İstanbul, Bursa ve Selanik’te… Bu sahada yapılan bir araştırma, arşiv belgelerinden şu bilgiye ulaşır: “Ziraat mektepleri gelişince modern tarım aletleri satın alınarak okullardaki öğrencilerin bu aletler konusunda bilgi sahibi olması sağlanmıştır. Daha sonra da bu modern araçların Osmanlı ülkesine yayılması düşünülmüştür. Mesela bu amaçla İstanbul’daki ziraat mektebine yeni bir harman makinesi ve lokomobil[5] alınmıştır. Bu iş için 65.000 kuruş harcanmıştır.”[6] Fakat bu geç yapılmış eğitim yatırımları kalkınmayı sağlayamadı ve yıkılışın önüne geçilemedi.
Teknik bilgi, teorik olmaktan ötede aynı zamanda pratize edilerek verildiğinde çok köklü ve sağlam bir eğitim sistemi ortaya çıkar. Mezunu olduğum, Sultan II. Abdülhamid’in kurduğu Halkalı Ziraat Meslek Lisesi, her hafta küçük bir staj manasında tatbikat dersleriyle alınan bilgiyi pratize ediyordu. Bize süt sağmadan, peynir ve jöle yapmaya, bordo bulamacı yapmadan ağaçları aşılamaya, soğan tohumu ekiminden meyve ve sebze fidesi yetiştirip satışına kadar birçok bilgi uygulamalı olarak öğretilmişti. Tatbikat dersleri haftada 2 gün 4’er saatti. Tarım Bakanlığı’nda teknisyen olarak çalıştığım süreçte stajların çok faydasını gördüm. Faat şu an bu saatlerin daha fazla olmasının daha yararlı olacağını düşünüyor ve görüyorum.
Pratize edilmeyen bilgi, ölü bilgidir. Pratize etmek, onu diriltmek; bilgiyi sürekli kullanmak ise, bilgiye hâkimiyet, bilgide derinlik ve meleke sahibi olmayı getirir. Bu şekilde pratisyen boyutta ilerleyen bir hekim, teorisyen bir profesörden daha iş bitirici ve ülke açısından daha faydalı bir hal kazanır.
Kalkınmada en etkili faktör, düşüncesi hayatı haline gelmiş fen adamlarıdır. Bu şekilde yetiştirilmiş veya kendini yetiştirmiş, mesleğini severek yapan ve devlet tarafından sınırsız teşvik gören bir teknik kadro kısa vadede ülkeyi ayağa kaldırmaya ve diğer ülkelerin seviyesine gelmesine vesile olacaktır. Bilgisayar teknolojisinde kısa sürede yol alan Hindistan’ı, II. Dünya savaşından mağlup çıkan Almanya’nın mühendislikte, Japonya’nın teknolojide zirveye çıkmasını bu meseleye delil olarak gösterebiliriz.
Kalkınma ve Kamu Sektörü
Büyüme teorisyenlerinin veya bu sahada araştırma yapan bilim adamlarının tespit ettiği üzere bir ekonomi veya firmanın büyüme hızı, ekonominin büyüklüğü ile ters orantılıdır. Büyüyen ekonomiler, hantallaşır. Bir ülke açısından en büyük ekonomi ise, devlettir. Devlet, geliri ve gideriyle en büyük ve en hantal yapıdır.
Kamu sektörü, temelde hizmet sektörüdür; hizmet üretir. Fakat ülkeleri kalkındıran, malî üretimdir. Çünkü malî üretim depolanarak satılabildiği hale hizmet depolanamaz. Hizmet sektörünün bu kişiye bağlı yapısı, hizmetin çoğalabilmesini ya şahısların artışına veya organize edilmesine dayandırır. Organize edilmesi ise, ciddi bir öğretim ve eğitim gerektirdiği için zahmetlidir. Liyakat ve kariyer gerektirir. Hizmeti artırmada kolay yol, sayıyı çoğaltmaktır. Sayı çokluğu ise, kalite kanunu gereği, kalitenin düşmesi demektir. Hizmette kalitenin düşmesi ise, devlette mecburen var olan hiyerarşik yapıyı bürokrasiye dönüştürür. Hiyerarşik halkalar artar. Gereksiz bürokrasi çoğalır. İşlerin akışı rüşvet, torpil, adam kayırma gibi gayr-ı meşru şekiller alır.
Kamu sektörü, savaş dönemlerinde veya savaş sonrası dönemlerde geçici süreyle veyahut çok büyük bütçeler gerektiren yatırım sahalarında o sahayı üstlenebilecek bütçede özel firmalar çıkana kadar üretici olursa ülkenin kalkınmasına katkısı olur. Cumhuriyet Halk Partisi’nin taşıdığı 6 oktan biri olan “Devletçilik” ilkesi ancak bu şartlar dâhilinde ilerici bir ekonominin temelini teşkil eder. Aksi takdirde devletin ekonomiye üretici olarak müdahalesi ya haksız rekabet doğurur veyahut bütün üretim kaynaklarını eline almaya dayanarak Sosyalist Devlet İdaresi’ne yol açar. Sosyalist Devlet idaresi ise halkı sefil ve mutsuz bırakır; kendini zengin ve muktedir eder. Devlet, normal şartlarda halk için musibetleri engelleyen bir paratöner iken, mutluluk güneşiyle halkın arasına giren aşılmaz bir duvar şekline dönüşür.
Özel sektör ise, temelde malî üretime dayanır. Ziraattan, sanata ve güzel sanatlara kadar… Hizmet sektörünü icra etse de, cüz’î boyuttadır.
Kamu sektörünün ekonomideki rolü 2 kanatlıdır:
a) Özel sektördeki problemleri, hukuk yoluyla; bilgi zaafiyetlerini, teknik destekle; finansman açığını, teşvik ve sübvansiyonlarla sağlamak; ekonomik yapıyı yekpare hale getirerek özel sektörü beslemek…
b) Üretici-tüketici dengesini sağlama, sun’î fiyatları önleme, piyasaları denetleme, karaborsa ve benzeri uygulamaları engelleme ile özel sektörü ve ülke ekonomisini korumaktır.
Yani kollektif bir anne ve bir baba gibi olmak…
Dış Ticaret, Pazar Arayışı ve Kalkınma
Dış ticaret, ithalat ve ihracatıyla, ekonomiyi kapalı bir pazar halinden açık pazar haline getirir. Yerli ve yabancı mallar halkın istifadesine sunulur. Burada belirleyici ana kriter ülke coğrafyasıdır. İbn-i Haldun bu noktada “Coğrafya, kaderdir” der. Ülkeler sahip oldukları doğal kaynaklar, teknolojik imkanlar, kültürel ve geleneksel yapıya göre üretim yapar ve dünya pazarına arz ederler. Bu noktada ülkeler Coğrafi özellikleri ile bazı ürünlerde avantajlı bazılarında ise dezavantajlı olarak görünürler.
Mesela Japonya binlerce adadan meydana gelen yapısıyla tarıma uygun değildir. Hayvancılık noktasında, balıkçılık ve deniz ürünleri ön plandadır. Fakat Japon ekonomisi sahip olduğu teknolojik kalkınma ile ülke ekonomisini Gayr-ı Safi Milli Hasılası ile dünyanın önde gelen ülkeleri arasına sokmuştur. Nüfusu 126.560.000 olmasına rağmen… Bu manzara dahi “sanat ve sanayi” ülkelerinin ekonomi piramidinin tepesinde olduğuna canlı delildir. Japonya teknoloji ihraç ederken, gıda ve hammadde ithal eder. Tarım ve hayvancılık ürünleri, arz ve talebe bağlı olarak, Japon ekonomisinde en pahalı ürünler arasında görünür.
Dış ticaret noktasında devletin kalkınma açısından vazifesi, ithal ürünler karşısında ülke üreticilerini ezdirmeyecek şekilde gümrük vergisi politikası izlemek, Ricardo’nun “Karşılaştırmalı Üstünlükler Teorisi” uyarınca çeşitli ülkelerle bu manada uluslararası ticarette bulunmaktır. Yanlış bir dış ticaret politikası, ülke üreticilerini ezdirdiği gibi, ülkeyi dışa bağımlı hale getirir. Osmanlı’nın çok ucuza hammadde satıp pahalı mamul madde satın almasındaki akıbet ile karşı karşıya kalınır.
Üretici açısından, pazarlama esastır. Üretim, satış ve kâr elde etmek içindir. Yurt içi veya yurt dışı… Ülkenin kendisi, yakın pazar; diğer ülkeler ise, uzak pazardır. Mahsulün bol olduğu yıllarda iç pazarda fiyatların çok düştüğü, üreticinin maliyetin altında bir fiyata satışa zorlandığı durumda dış pazarlar üreticiye nefes aldıracak penceredir. Mesela Güney Yarımküre-Kuzey Yarımküre iklim farklılığından yararlanıldığında Kuzey Yarımkürede yazın bol mahsül alınan patates ve soğan gibi ürünler Güney Yarımkürede kışı yaşayan ülkelere ihraç edilebilir.
Devletin pazar arayışı konusunda yapacağı rehberlik, vereceği ihracat destekleri üreticinin büyümesine, uluslararası ve kıtalararası bir firma haline gelmesine vesile olacaktır.
İdeal ve kalkınmış bir ekonomide, her bir özel firma ülke ekonomileri çapınca büyüyebilecek bir gelir saltanatı kurabilir. Apple, Microsoft ve Toyota firmalarında olduğu gibi… Bir ülkenin ekonomik manada kalkınmışlığının ve refahının göstergesi kıtalararası firma sayısı ile ölçülür.
Kalkınmada Son Nokta
Özel sektör firmalarının ekonomik saltanatı, gelir elde ettiği piyasaları bağış, sosyal yardım gibi desteklerle fonladığı ve ihtiyaç sahiplerini ekonomik manada desteklediğinde dünya genelinde bir ekonomik kalkınma, insanlık medeniyeti, evrensel bir kültür ve barışın temelleri atılacaktır. Bu durumda insanlığın ayakbağı olan sınıf rekabeti, Kur’anın vurguladığı üzere, hiyerarşik bir yaratılış mekanizması ve imtihan unsuru olarak görülmeye başlanacaktır. Farklı ekonomik poziyonlar sınıflar arası saygı-sevgi akışına vesile hale gelir. Hz. Peygamber’in (ASM) vurguladığı üzere: “Hizmet edilen köledir; hizmet eden efendidir.”[7]
Fakirler, zenginleri cömert hale getirmek için yaratılmış birer havuzdurlar. Havuzların boşluğu, zenginlerin cimrilikle servetlerinin esiri olmakla köleleştiğini gösterir. Zenginlerin maddenin esiri ve kölesi olduğu bir ekonomi ise, kalkınma yolunda kalındığının; sanayi seviyesinden sanat boyutuna çıkılamadığının belirtisidir.Mal, para ve servet insanın hizmetkâr iken, insanın hizmetkârına hizmetçi konumuna düştüğünü gösterir.
Kalkınmada zirve nokta, para ve servetin helal yolla dahi kazanılsa fakirler ve ihtiyaç sahipleriyle paylaşılmadığında kirlendiğini kabul eden İslam ekonomisi modelidir. Ki bu model, helal parayı temizlemek için “zekât” alır. Ki zekat kelimesi, aklamak manasındadır.
Diğer boyutuyla da İslam ekonomisi, bir yıl bekleyen ve belli bir miktarı aşan kazançtan zekat almasıyla, yaratılış sırrı olarak, durmayı ve durgunlaşmayı otomatikman kirlenme olarak görür. Bundan dolayı durgunlaşan bir ekonomiyi ve imkânları zekat alarak aktif ve diri hale getirir. Tıpkı bir hacamat gibi…
[1] Duhan suresi, 31.
[2] İsra suresi, 16.
[3] Lem’alar, 19. Lem’a, 7. Nükte.
[4] Bkz. Mukaddime.
[5] Lokomobil, tarımda, harman makinelerini, sabanları, sulama araçlarını yürütmeye yarayan makinedir
[6] Yrd. Doç. Dr. Özgür YILDIZ, II. Abdülhamid Döneminde Zirai Eğitime Bir Bakış,
http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423933535.pdf.
[7] el-Acluni, Keşfu’l-Hafa, 1, 462-463.