Bismillahirrahmanirrahim
Birincisi: Hadîs-i sahîh ile sabit olan ziyâret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer'iye sû-i istimâl edildi, gayr-i meşru hâdiseler zuhura geldi. Husûsan evliyâların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle kalmadı, mânâyı ismî derecesine çıktı. Yani, sırf Cenâb-ı Hak hesâbına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve mânevî duâsına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyâde; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, âmiyâne, câhilâne takdîs edildi. Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu.
İşte bu müfritâne hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib dahi, onları tâdil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı. Elbette, “Zalim, Allah'ın kılıcıdır; onunla başkalarına ceza verir, sonra da döner onun cezasını verir.” kâidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.
İkincisi: Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbâb-ı zâhiriye, hakîki telâkkî ediliyor. İnsanlar esbâba yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye bir âyine hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celb etse, Tevhîd-i hakîkîye münâfı olur.
İşte, şu gâfıl maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin de olsa, esbâba fazla sarılmalarına hikmet-i şer'iye müsaade etmiyor.
İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine birer mukaddes ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer'iyeye şu zamanda pek muvâfık düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek istedi ki, bunları musallat etti.
Üçüncüsü: Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ve bu mağrur ehl-i enâniyet nazarında kıyâs-ı binnefs olarak, eâzım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını, hâşâ enâniyetle ittiham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah'ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zâtlara birer nevî rubûbiyet tahayyül ettikleri bir hengâmda ve sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin ve sûretperestlerin gâyet müthiş bir riyâkârlık mânâsında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine câhilâne ve müfritâne bir sûrette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer'iye noktasında kader münâsip görmedi ki; bu muharribleri Ehl-i Sünnete taslît etti. Onlarla tâdil edecek. (Mektubat)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ABD : Kul,köle.
ÂMİYÂNE : Âdice, câhile yakışır bir surette, üstünkörü.
CELB : Kendi tarafına çekmek, götürmek, kazanmak ,elde etmek
EÂZIM-I İSLÂMİYE : İslâm büyükleri
EHL-İ DALÂLET : Doğru ve hak yoldan sapanlar, îmân ve İslâmdan çıkmış olanlar.
EHL-İ GAFLET : Gaflete dalanlar, habersiz ve dikkatsiz olanlar, Allah'a ve emirlerinde aldırış etmeyenler.
ENÂNİYET : Benlik, gurur.
ESBÂB-I ZÂHİRİYE : Görünüşe ait sebepler.
GALEBE : Üstün gelmek, yenmek, bozmak, çokluk.
GAYR-I MEŞRU' : Allah'ın rızâsına uymayan, şeriat hârici, kanunsuz iş.(
HADÎS-İ SAHİH : Hakkında şüphe edilmeyen, kesin bilinen Peygamberimizin mübârek sözleri.
HENGÂM : An, zaman, vakit, sıra, çağ.
HİKMET-İ ŞERİAT : İslâm şeriatının hikmeti, maksadı.
İFRAT : Aşırı, aşırılık, haddinden geçme, pek ileri gitme.
İSTİMÂL : Kullanma.
KIYÂS-I BİNNEFS : Kendini, nefsini kıyaslayarak.
KUBUR : (Kabr. C.) Kabirler, mezarlar, türbeler.
MAĞRUR : Gururlu, kibirli.
MAKBERİSTAN : Mezarlık.
MAKBUL : Kabul edilmiş olan, geçerli.
MÂNÂ-İ HARFÎ : Birşeyin Yaratıcısına bakan, onu târif eden ve tanıtan mânâsı.
MÂNÂ-İ İSMÎ : Birşeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı.
MÂRUF : Bilinen tanınan
MEDET : İnâyet, yardım, imdat.
MEŞHUR : Ünlü, bilinen.
MEŞRÛ : Helâl, İslâma uygun, haram ve yanlış olmayan.
MUHARRİB : Yıkan, harab eden, bozan, perişan eden.
MUSALLAT : Rahatsız eden, sataşan.
MUVÂFIK : Uygun olan, uyan, kabullenen.
MÜFRİTÂNE : Çok aşırıya kaçarak.
MÜNÂFİ : Zıt, ters, aykırı.
MÜTEDEYYİN : Dindar.
NÂMDAR : Ünlü, şöhretli, meşhur.
NAZAR-I DİKKAT : Dikkat bakışı, dikkatli bakma.
RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
SABİT : Duran, yerinde durup hareket etmeyen. * Doğruluğu isbat edilmiş olan.
SANEMPEREST : Puta tapan, putpereset.
SU' : Kötülük. * İyi olmayan. Kötü, fena.
SÛRETPEREST : Görünüşe, sûrete çok kıymet veren; esâsa kıymet vermeyen; resimlere aşırı düşkün olan.
ŞEFAAT : Af için vesîle olmak.
ŞER'İYYE(T) : Şeriata uygun olma. Kanun ve nizamlara muvafık bulunma
TÂDİL : Aslına zarar vermeden değiştirme, düzeltme.
TAHAYYÜL : Hayâle getirme, fikir kurma, hayalde canlandırma.
TAKDÎS : Mukaddes bilme. Allah'ı noksan ve kusurlardan pâk ve yüce kabul etmek.
TAKDÎS : Mukaddes bilme. Allah'ı noksan ve kusurlardan pâk ve yüce kabul etmek.
TASARRUF : Birşeyin sahibi olup, idâre etme, mülkünü istediği gibi kullanma.
TASAVVUR : Birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.
TASLÎT : Musallat olma. Belâ olma.
TEFRİT : Normalin altında kalmak, ifradın zıddı.
TELÂKKÎ : Anlama, anlayış, kabul etme.
TEVHİD-İ HAKİKÎ : Allah'a, varlığını gösteren delillerle, isim ve sıfatlarıyla inanmak. Herbir şeyde Rabbini bulabilmek ve her şeyde Halıkına giden yolu görür gibi kabul ve tasdik etmek.
ZUHUR : Ortaya çıkma, meydana çıkma, baş gösterme.