“Günü, güneş Sultanahmet Camii’nin ardından batarken bu manzarayı buz gibi bir bira içerek noktalamaktan daha iyi bir yol var mı?”
Bu cümleye Sultanahmet’teki bir otelin tanıtım sitesinde rastladım. Bazı şeyler vardır ya hayatta. Olmaması gereken şeylerdir ama öyle sıradanlaşmışlardır ki, insanlar itiraz etmenize bile şaşırırlar. İşte ülkemizdeki yanlış turizm anlayışı da bu tür şeylerden biridir bence.
Günümüz dünyası, haramla helalin aynı tezgâhta satılır olduğu, dindar kesimin de çoğunlukla dünyevi paradigmalarla düşündüğü bir dünyadır. Peygamber Efendimiz (SAV) buyuruyor ki: “ İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, adam malı helâlden mi, haramdan mı, nereden aldığına önem vermeyecek.”
Akdeniz sahillerimizin turizme açıldığı yıllarda, o zamanki yöneticilerin plaj turizmini nasıl övdüklerini, turizm gelirleriyle nasıl övündüklerini halen hatırlarım. Aslında hatırlamaya da gerek yok çünkü o anlayış günümüzde de aynen devam ediyor. Turizm adına her şey mubah görülüyor. Hayatın her alanına ekonomi gözlüğüyle bakan ve her şeyi pazarlama aracı olarak gören zihniyete kulak verilerek, ahlak umursanmadan, ‘Paranın dini imanı olur mu?’ denerek para kazanmak hedefleniyor. Oysa unutmamalıyız ki, ahlak her zaman ekonomiden önceliklidir ve paranın nereden nasıl geldiği de çok önemlidir.
Elbette turizme tamamen kapalı olamayız ama en azından ülkemiz turizmi için belli kurallar koyabilmeli ve değerlerimizi muhafaza edebilmeliyiz. Aksi halde dünyaya dayatılan ‘tek tip’leştirme, ‘batı’lılaştırma ve ‘değer’sizleştirme akımlarından nasibimizi alır, bira ile camiyi bir arada zikretmeye başlarız.
Özellikle turizmle tanışan sahil şehirlerimizdeki hayat anlayışında yaşanan müthiş değişim, betonlaşmadaki hız, tüketimin ve israfın patlaması gibi gelişmeler İsveçli felsefeci Helena Norberg Hodge’un Hindistan’daki gözlemlerini ülkemizde de doğruluyor sanırım. Küreselleşme ve modernizm konusunda değerli fikirleri ve araştırmaları olan Hodge; Hindistan’ın kuzeyindeki Ladakhlılar’ın modernleşme sürecinde turizmden nasıl etkilendiğini şöyle ifade ediyor: “1975’te başlayan turizm faaliyetleri, Ladakh’ın değişim sürecinde önemli bir dönüm noktasıydı. O yıl Ladakh’ta ücra bir köye yaptığım gezi sırasında Tsewang adlı bir genç bana rehberlik etti. Köyün bütün evleri çok büyük ve güzel görünüyordu. Rehberime köydeki fakir insanların yaşadıkları evleri de görmek istediğimi söyledim. Rehberim bir süre şaşkınlıkla baktı ve şu cevabı verdi: “Burada hiç fakir insanımız yoktur.” Bundan sekiz yıl sonra aynı gencin bölgeye gelen turistlere rehberlik yaparken “Keşke biz Ladakhlılar’a yardım elinizi uzatsanız. Öylesine fakiriz ki…” şeklinde konuştuğunu duyduğumda, kulaklarıma inanamadım.”¹
Bence günümüz turizm anlayışı, modernizmin öncü bir kolu gibi çalışıyor. Bu anlayış, bir taraftan insanlarda kültürel aşağılık kompleksine sebep olarak, yerel ve dini değerleri tahrip ederken, diğer taraftan, maddi açıdan kendilerini turistlere göre çok fakir hisseden yerli halkı mutsuzluğa ve kanaatsizliğe itiyor.
Genelde dünya ülkelerinin plaj turizmindense kültür turizmini geliştirmesi tavsiye edilir. Ancak ülkemizde kültür turizmi konusunda da büyük yanlışlıklar yapılıyor maalesef. Turizm adı altında, olmaması gereken birçok şey normalize ediliyor. İbadet mekânları bile bu anlayışa kurban ediliyor. Mesela, Sultanahmet camisindeki turizm merkezli anlayıştan ötürü, çoğu zaman huşu içinde namaz kılmak mümkün olmuyor. Zira orası bir ibadethane olmaktan çok, turizm merkezi konseptine göre düzenlenmiştir artık. Hatta öyle ki, caminin karşı caddesindeki kaldırımlara açılan masalarda içki servisi yapılıyor. Sultanahmet manzarasında bira keyfi(!) sunuluyor turistlere. Bunu sağlayanlar da sözüm ona dindar yöneticilerimiz. Zaten Sultan I. Ahmet de orayı namaz kılınması için değil de, turist çekmek ve onları eğlendirmek için inşa ettirmişti değil mi? (!)
Benzer çarpıklığı Rumelihisarı’na baktığımızda da görüyoruz. İstanbul’un fethinin en önemli sembollerinden biri olan bu hisar yıllardır konser alanı olarak kullanılıyor. Hisarın ortasındaki minaresi yıkılmış caminin minberinde şarkıcılar sahne alıyor. Kısacası kültür turizminde de kendi kültürümüze ve değerlerimize ihanet ediliyor.
Bediüzzaman, ‘Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zalim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.’ ² der.
Bizlerin bu dehşetli yanlışlara hissedar olmamamız için, bu noktalara en azından itiraz etmemiz gereklidir. İtiraz etmek ve yeni değerleri İslamiyet’e göre test etmek yerine, durumu kabullenmek ve hatta yeni değerlere göre İslamiyeti yargılamak, mesela bazı haramları görmezden gelmek, bizi bugünkü turizm anlayışında olduğu gibi yanlış noktalara götürür ve umumi musibete sebebiyet verdirebilir.
Bu noktada yazar A. Turan Alkan’ın tespitleri bence çok önemlidir: “Yeni değerlerle İslam’ı test etmek, İslam değerlerine karşı güvensizlik anlamını taşır. Batının dayatıp durduğu ‘çağdaşlaşma’ modeline karşı Müslümanların cevabı gecikip durmaktadır. Böyle bir cevabın üretilmesindeki en mühim zorluk, Müslümanların dünyaya bakışıyla İslam’ın bakışı arasındaki yorum farkıdır. Yaşayan Müslümanların bütün kavramları İslam’ın mantığına göre yeniden tarif etmeleri, bu cehd esnasında zihinlerini İslam mantığıyla yeniden ‘format’lamaları gerekiyor.” ³
Bu 'format'lamanın en kısa ve güvenli yöntemi de, Risâle-i Nur eserleri olsa gerek.
Günü, güneş Sultanahmet Camii’nin ardından batarken, bizi dünyadaki bütün Müslümanlarla aynı safta buluşturacak cemaate katılıp, huşu içinde bir akşam namazı kılarak noktalayabilmek temennisiyle…
1. Ancient Futures: Learning from Ladakh, Helena Norberg Hodge (http://www.unitedearth.com.au/HNHarticle.html)
2. Sözler, Bediüzzaman Said Nursi
3. Ateş Tecrübeleri, Ötüken Neşriyat