İlk olarak 1932 yılında, Ezân-ı Muhammedînin Arapça okunması yasaklandı ve Türkçe okunmasına karar verildi. 1933'te ise Arapça ezan ve kamet okuyanların şiddetli bir cezayla cezalandıracağını belirten genelge yayınlandı. 2 Haziran 1941 günü ise 4055 sayılı kanunla Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesine bir fıkra eklendi. Değişikliğe göre, Arapça ezan okuyanlar ve kamet getirenler, üç aya kadar hapsedilecek ve 10 liradan 200 liraya kadar para cezası ödeyeceklerdi.
Köylerde ve şehirlerin çeşitli yerlerinde ezanı ya da kameti Arapça okuyanlar sadece hapis ya da para cezasına çarptırılmadılar. Ezanı aslından okumak isteyenler birçok şiddet türüne maruz kaldılar. Vücuduna zehir enjekte edilenler, darp ve işkence edilenler, hapse atılanlar ve akıl hastanesine yatırılan Müslümanlar...
Türkçe okunmaya zorlanan ezanı reddeden ve Arapça aslından okuyan bir çok imam ve vatandaş ise dönemin zalim yönetiminden nasiplerini almışlardı. Günde beş defa Türkçe ezana maruz kalan halkın çektiği işkence ise tamamen bunların dışında... O döneme ışık tutan bazı hatıra ve yazılar şöyle:
ARAPÇA EZAN OKUDU DİYE GÜNLERCE DÖVDÜLER
Ankara'nın Çubuk ilçesine bağlı Karadan Köyünden Sadık Çakırtepe ise anılarından bazılarını şu şekilde anlatır:
"1932 yılında meşhur "Bursa Ezan Olayı" ilk kez olmak üzere, 46, 47, 48 yıllarında 3'er kez Arapça ezan okumam dolayısıyla hapishaneden sonra delidir diye Bakırköy Akıl Hastanesine gönderilmiştim. Yani Allah-u Ekber diye ezan okuduğum için tam on kez hapis ve on kez de Bakırköy Akıl Hastanesinde yatırıldım. Bir defa da Antalya Murat Paşa Camisine gidip Arapça ezan okudum ve beni jandarmalar yakalayıp, emniyete getirdiler. Üç gün nezarette işkence gördüm. Vücuduma elektrik verdiler. Ankaralı ve Çubuk kazasından olduğum anlaşılınca Ankara'ya gönderdiler. Ankara Emniyetinde yedi gün dövüldüm, ekmek-aş vermediler. Hatta ölmemiz için bize zehir verdiler. Birçok arkadaşımıza Hacı Muhiddin'le Osman Yaz'a Gurumenen'li Hacı Yusuf'a da fazla oranda vücutlarına zehir zerk ettiler. Allah'ın takdiri bizler ölmedik. Hepimizi de Bakırköy'e delidir diye gönderdiler. Ben onlardan çok önce 1942'de üç ay, 1945'te altı ay, 1946'da beş ay, 1948'de üç ay olmak üzere yaklaşık bir buçuk sene akıl hastanesinde kaldım. Her seferinde de oranın Baştabibi tarafından "Yahu bunlar deli değil, süper akıllıdır" denilerek geri gönderildim." (Kemalist Devrimlerin Analizi, Ebubekir Aytekin)
BEDİÜZZAMAN DA ARAPÇA EZAN YÜZÜNDEN TUTUKLANMIŞTI
Barla Nahiye Müdürü Cemal Can, Son Şahitler kitabında Necmettin Şahiner'e şu hatırayı nakletmişti:
Barla'daki ezan meselesi benim zamanımda oldu. Arapça ezan okumak yasaktı. Ama Hoca (Bediüzzaman Said Nursi) hiç Türkçe ezan okumazdı. Biz bu durumu bilirdik, fakat idare ederdik. Sonra bize sık sık emirler gelirdi. Neticede bir defasında sabah namazı vaktinde ezan okurken, zabıt tuttuk ve gönderdik.
BEDİÜZZAMAN'IN TÜRKÇE EZANA TAVRI
2011'de Risale Haber'de yayımlanan, Şanlıurfalı din alimi Sabri Yazar'ın, ezanla ilgili tartışmaları değerlendirdiği bir haberde Bediüzzaman Hazretlerinin Türkçe ezan hakkındaki görüşlerini şu şekilde aktarıyor:
"Bediüzzaman Hazretleri bazı Ulema-i Su diyor. Yani sadece fetva verenler var olsa da onlar Ulema-i Su fetvalarıdır. “Bu Ulema-i Su Hanefi mezhebinin ulviyetine muhalif olarak Arapça ezanı Türkçe okunabilir diye fetvalar veriyorlar.” Hanefi mezhebinde de cevaz yoktur ki. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri öyle diyor; “Benim gibi Şafii mezhebinde olan birine nasıl teklif ediyorsunuz? Bu işler ibadettir, ibadete kesinlikle şahıslar keyfi müdahale edemez. Ezan, namaz başka dilde olur diye kesinlikle karışamaz, cevaz yoktur” diye beyanatı vardır.
KEYFİ KANUN, DEVRİM KANUNU İLE KUVVETLENDİRİLDİ
Mustafa Armağan, 2011 yılında yayınlanan bir yazısında konuya şöyle yer vermişti:
Şu kadarını söyleyelim ki, Türkçe ezan uygulaması yalnız Türklere değil, Kürt ve Arap vatandaşlarımıza da tarif edilmez sıkıntılar yaşatmıştı.
Türkçe ezan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Temmuz 1932 tarihli bir genelgeyle imam ve müezzinlere mecburi tutulmuştu. Uygulamadaki bazı aksaklıkları halletmek üzere 1933 Şubat'ında Başkan Rifat Börekçi imzasıyla ikinci ve sert bir uyarı yapıldı. Buna göre Arapça ezan yasağına uymayanlar "kat'i ve şedit cezalara çarptırılacaklar"dı. Nitekim de öyle oldu. Pek çok din görevlisi ceza aldı, dayak yedi, görevden alındı, hatta hapse düştü.
İşin tuhafı, 1941 yılına kadar kanun yoktu ortada. Sadece Diyanet'in genelgeleri vardı. Diyanet'in genelgesi de din görevlilerini bağladığı halde, mesela cemaatten birisi minareye çıkıp ezan okusa veya cami içinde kamet getirecek olsa aynı genelgeye veya emre itaatsizliğe göre cezalandırılıyordu. Bu uygulamanın hukukî bir dayanağı mevcut değildi. Kamuda çalışmayan birinin, mesela bir köylünün veya bakkalın da aynı cezaya çarptırılması, Tek Parti idaresindeki keyfiliğin şahane bir misaliydi.
1941'de bir din görevlisi, aldığı cezayı Yargıtay'a götürdü. Daha da garibi, Yargıtay imamı haklı buldu ve kararı bozdu. Böylece yasağın ne kadar keyfî olduğu, verilen cezaların ne kadar kanunî mesnetten yoksun bulunduğu zamanın en yüksek yargı organı tarafından onaylanmış oluyordu. Tabii Refik Saydam hükümeti paniğe kapıldı ve alelacele "Devrim Kanunu" olarak bilinen Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesine bir ek yaptı. Buna göre Arapça ezan ve kamet okuyanlar 3 aya kadar hafif hapis veya 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılacaklardı.
MENDERES'İN YAPTIĞI DEĞİŞİKLİK
İşte Menderes'in 1950'de yaptığı değişiklik, kanuna yapılan bu eklemeyi kaldırmaktan ibarettir. Ne Türkçe ezanı yasaklamış, ne de Arapça ezanı mecburi tutmuş, sadece yasalar ezan konusunda hiçbir şey söylemez olmuş, yani ezan serbest bırakılmıştır. O günden son Kürtçe ezan girişimine kadar da cemaat ezan denilince sadece Ezan-ı Muhammedî'yi anlamıştır. Bu konuda tam bir mutabakat vardır.
Çünkü Tek Parti döneminde yaşanan ezansız yıllar Türk, Kürt, Arap, Sünnî, Alevî... her mezhep ve ırktan insanımız için acı tecrübelerle doludur. Bu topraklarda bizzat Türkler "Türkçe ezan"a karşı en büyük mücadeleyi vermişken, dini bir etnik kimliğe alet etmeye çalışmanın mantığını anlamak mümkün görünmüyor.
Kaldı ki, Kürtlerin Türkçe ezan zulmünden iki misli etkilendikleri de bir gerçektir. Türkler yalnız dinî açıdan etkilenmişlerdi. "Allah" yerine "Tanrı" denilmesi, "Lâ İlâhe İllallah" yerine "Tanrı'dan başka yoktur tapacak" gibi kasten sakat bir çeviri yapılması (gerçekten de Türkçe düşünülseydi "Tanrı'dan başka yoktur tapılacak" denilmesi gerekirdi) gibi içlerine sinmeyen yerler vardı. O zamanın yaygın deyişiyle, "Allah" demek yasaktı ve bu noktada yasağın kalkmasını istiyorlardı.
Lakin Kürtlerin durumu daha karışıktı. Türkiye'nin Doğu illerinde Türkçe bilmeyen milyonlarca vatandaş yaşıyordu. Onlar için Türkçe ezan uygulaması hem dinle, hem de dille ilgili bir baskı demekti. Türkçe bilmiyorlardı ama Arapça ezanın ne olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Hem Arapça ezan yasaklanmış, hem de hiç bilmedikleri bir dilde minarede bir "şeyler" okunduğu zaman gerçekten şok geçirmişlerdi. Üstelik yalnız cemaat değil, Türkçe ezanı okumaya mecbur bırakılan imamlar da Türkçe bilmiyordu. Bu durumda Kürtler Türkçe ezanı katmerli bir zulüm olarak algılamışlardı.
Mesela İngilizler İstanbul'u işgal ettiklerinde ezanı İngilizceye veya Yunanlılar Bursa'yı işgal ettiklerinde Yunancaya çevirselerdi ne hissederdiniz? İşte Kürtler Arapça ezan yasaklanıp da Türkçe ezan okumak ve dinlemek ve bu ezanla namaz kılmak zorunda bırakılınca benzer duygular yaşamışlar, adeta Türkçe ezana düşman kesilmişlerdi. O adeta sömürgeci bir kuvvetin zorbalığının sembolü olarak algılanmıştı. (Arap vatandaşların durumları büsbütün tuhaftı. Onlar Arapça ezanı 'anlıyor' ama Türkçe ezandan "felah" kelimesi haricindekilere yabancı kalıyorlardı.)
TÜRKÇE EZAN YÜZÜNDEN NEFRET ETTİRDİLER
İşte Siirt'in Eruh ilçesinin Ayne (şimdiki adıyla Bağköze) köyünden Ayşi Batur ninenin yaşadıkları. Torunu Cüneyt Batur anlatıyor ("Türkçe Ezan ve Menderes" adlı kitabımdan aktarıyorum):
"Babaannem yaklaşık 90 yaşında ve Türkçe bilmiyor. Türkçe bildiği tek söz, "Tanri ulidir"den ibarettir. Anlayacağınız, köyümüze devlet, hizmet olarak Türkçe ezanla gelmiş! Devlet sağlık ocağı, doktoru, hemşiresi, okulu, öğretmeni, çeşmesi dahi olmayan bir köye Türkçe ezan yoluyla günde 5 kez uğruyormuş! Oradaki Kürt halkına ezanı Türkçe okutunca Türkçeyi sevdireceklerini zannetmişler. Halbuki "Türkçe" deyince babaannem gibilerinin aklına sadece itici, sevimsiz ve incitici "Türkçe ezan" geliyor."
Dr. Ali Dikici'nin Emniyet arşivlerinden aktardığı bilgiler, Türkçe ezana karşı İzmir'den, Urfa'dan, Çorum'dan, Siirt'ten, Isparta'dan, Bayburt'tan, Kayseri'den, Erzurum'dan, velhasıl Türkiye'nin dört bir köşesinden tepkiler uyandığını gösteriyor. Yani Türk'ü, Kürt'ü, Arap'ı ezanımızla kader birliği etmişiz. Ne için? Her Allah'ın günü ufuklarımızda çınlayan Ezan-ı Muhammedî sünnetine sahip çıkmak için. Onun etrafında halkalanmışız, yekvücut olmuşuz. Tıpkı 16 Haziran 1950'de bütün Türkiye'nin 18 yıldır mazlum minarelerin etrafında halkalanıp her birine birer Bilal-i Habeşi ruhu üflenmiş müezzinlerin ağzından ezanın Arapça değil, Necip Fazıl merhumun deyişiyle "Rabca" olduğunu haykırdıkları gibi.
SAİD NURSİ: BU ŞEAİR FARZLAR KADAR EHEMMİYETLİDİR
Galiba son sözü "sözün sultanı"na bırakmak, Bediüzzaman Said Nursi'ye:
"Ezanı bir ilandan ibaret zannediyorlar. O divaneler bilmiyorlar. Şayet öyle olsaydı, her millet kendi lisanına göre 'namaza gelin' diye çağırırdı. Halbuki bu ezan Asr-ı Saadet'ten beri öyle devam ediyor. Bu 'ila-yı kelimetullah'tır. İmanın esasını günde beş defa dünyaya ilan etmektir. İslam'ın şeâiridir (âdet). Bu şeâir farzlar kadar ehemmiyetlidir."
Ezan-ı Muhammedî tektir. Onu parçalara bölmek isteyenlere izin vermeyeceğiz.
EŞİMİ ÖLDÜRECEKLER DİYE KORKUYORDUM
Mardinli Emine Uğurlu, 103 yaşına gelmesine rağmen hayatında hiç unutamadığı olayın, 1930’lu yılların tek partili döneminde ezanın Türkçeye çevrilmesi olduğunu belirtmişti. Uğurlu, o dönemde Mardin’de Ulu Cami’de imam olan eşi Abdurrahman Uğurlu’nun ezanı Türkçe okumadığı için cezaevine konulmasının onu çok etkilediğini söylemişti. O dönemde eşi, Türkçe bilmediği için ezanı Türkçe okuyamadığını ifade eden Uğurlu, bunun için askerlerin eşini camide tartakladıktan sonra cezaevine konulduğunu anlatmıştı.
Uğurlu, ”Günlerce eşim cezaevinde kaldı. Çocuklarımla birlikte tek başımıza kaldık. Onu öldürecekler diye çok korkuyordum. Eşimi bile bana göstermiyorlardı. O günleri hala hatırlıyorum. O günlerde açlık, yokluk, her türlü cefakârlığı yaşadık. Camiler kapandı. Ezan Türkçeye çevrildi. Kur’an-ı Kerim okumak bile yasaktı. Ekmek karne ile dağıtılıyordu. Ekmek bulamadığımız zaman aç kalıyorduk. Hayatımın en acı ve zor günleri o tarihte yaşadım. Benim gibi binlerce insan aynı kaderi paylaştı. Artık o günleri hatırlamak bile istemiyorum” demişti.