Kadına yönelik şiddeti önleme amacıyla imzalanan “İstanbul Sözleşmesi” uygulama sonuçlarıyla aile kurumunu tehdit eden bir belgeye dönüşüyor. Beklentileri karşılamayan sözleşmenin aile değerlerini tahrip ettiğine ilişkin endişeler giderek güçleniyor. Sözleşmenin aile ilişkilerini düzenleme yetersizliğine, marjinal çevrelerin cinsel fantezileri meşrulaştırma çabaları eklendiğinde, ortaya sosyal ve psikolojik bunalımı tetikleyen sorunlu bir belge çıkıyor.
Avrupa Konseyinin 47 ülkesinden, İngiltere başta olmak üzere 11 ülke, 2011 yılında Sözleşmeye çekince koyarak imzaladığı halde, henüz parlamentolarında onaylanmamışlardır. Avrupa Birliği üyesi olan Slovakya parlamentosu, hükümetinin imzaladığı Sözleşmeyi onaylamamıştır.
Macar hükümetinin imzaladığı Sözleşmeyi, Macar parlamentosu, 5 Mayıs 2020’de dörtte üçe yakın çoğunlukla reddetmiştir. Parlamento bununla da yetinmemiş, kendi hükümeti başta olmak üzere, imzacı Avrupa Birliği (AB) ülkelerini de Sözleşmeden çekilme kararı almaya davet etmiştir. Son olarak Polonya yönetimi, 25.07.2020’de “ebeveyn hakları ve ideolojik özellikleri” sebebiyle Sözleşmeden çekilme süreci başlatmaya karar vermiştir.
Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Ermenistan, Letonya, Hırvatistan gibi Avrupa Konseyi (AK) üyesi ülkelerde İstanbul Sözleşmesi’ne karşı tepkinin de giderek arttığı görülüyor.
Marjinal grupların, “kadını şiddetten koruma” sloganıyla “aileyi işlevsiz ve savunmasız bıraktığı” görüşü imzacı ülkelerin ortak kaygısı olarak öne çıkıyor. Bu kaygıyı dikkate alan Macar parlamentosu, sözleşmeyi ret kararının gerekçesinde, “Macar anayasası ve kanunları, çocuk ve kadınları şiddetten korumaya yeterlidir” diyerek, aile sorunlarını kendi kanunlarına göre çözme kararı almıştır.
İktidardaki Macar Hıristiyan Demokrat Parti’nin sözcüsü, İstanbul Sözleşmesini “yıkıcı cinsiyet ideolojisini başlatma girişimi” olarak gördüklerini açıklamıştır. Bu gerçekleri dikkate alarak, aynı çekilme iradesini Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosu da gösterebilmelidir. Aile kurumu, bu Sözleşmenin gerçeklerden kopuk fantezilerine feda edilemez.
Millet Meclisinde yeterince tartışılmadan yarım saatlik gece yarısı oturumunda, yasak savarcasına bütün partilerin oy birliğiyle kabul ettiği anlaşılan 81 maddelik Sözleşme ve daha sonra onun gereği olarak çıkarılan 6482 sa. Kanun, aileyi koruma hedefinden oldukça uzaktır. Kanun, uygulamaya girdiğinden bu yana bekleneni vermemiş, aile içi şiddet ve geçimsizlik hızlanarak artmıştır. Toplumsal yapı özelliklerini dikkate alan daha gerçekçi düzenlemeler yapma ihtiyacı vardır.
Sözleşmenin uygulamasını takiple görevli “GREVİO” heyeti, imzacı ülkelere sözleşmeye destek vermeye çağırıyor. İmzadan 8 sene sonra gelen bu destek çağrısı, sözleşmenin imzacı ülkelerde ciddiye alınmadığının açık göstergesidir.
Macar parlamentosu sözleşmeden çekilme kararının gerekçesinde; “Ülkemizi, kültürümüzü, yasalarımızı, geleneklerimizi ve milli değerlerimizi, nüfusun çoğunluğunun inançlarına aykırı toplumsal cinsiyet teorisi dayatması” olarak gösteriyor. Aileyi koruma iddiaları yanında, LBGT’yi savunup destekleyen marjinal görüşlere gösterilen bu tepki, sözleşmeden çekilmek için başlı başına yeterli bir sebeptir.
Yaradılıştan getirilen kadın-erkek şeklindeki cinsiyet farklılığını reddeden sözleşme, “toplumsal cinsiyet” adıyla yeni cinsiyet tanımı yapıyor. İstanbul Sözleşmesinde 17 yerde kullanılan “toplumsal cinsiyetin” amacı, sapkın cinsel tercihleri hukuken korumaya almaktır. Erkek-kadın ayrımını kaldırıp, insanları hukuk önünde tek cinsiyette eşitlemek sonu kestirilemez bir süreçtir. İnsanlık, toplumsal cinsiyete indirgendiğinde, eşcinsel evlilikler kadın-erkek evliliği kadar doğallık ve meşruluk kazanacaktır. Sözleşmeye soğuk bakıp, itiraz eden ülkeler bu kaygı içindedir.
Bu Sözleşmenin “toplumsal cinsiyet” dayatması, aile kurumunu marjinal LGBT guruplarının içi boş fantezi alanına dönüştürecektir. Hatta daha da ötesi, ana-baba ve çocukların acısıyla-tatlısıyla mutluluk kozası olan “aile yuvası”, gireni çıkanı belirsiz yolgeçen hanı niteliğinde, Sözleşmenin ifadesiyle “ev”lere dönüşecektir. Kadına şiddeti paravan yapan Sözleşme ile nasıl bir operasyon karşısında olduğumuz görülmelidir.
Sözleşmeyi hazırlayıp 2011 yılında imzaya açan hükümetin Başbakanı sıfatıyla Sayın Erdoğan, yakın geçmişte aile kurumu üzerine düzenlenen bir toplantıda, aileyi koruyup güçlendirmenin gereğinden bahsetti. Hatta aileyi zayıflatmak için geçmişte “doğum kontrolü” ve “aile planlaması” gibi projelerin uygulamaya konulmaya çalışıldığına dikkat çekti. Ne var ki, İstanbul Sözleşmesinden kaynaklanan şikayetlere hiç temas etmedi. Halbuki bugünün iletişim ortamında, his ve heveslerine hitap edilen gençlik ve aile çok yönlü tehdit altındadır. Bu Sözleşme, toplumların temeli olan aileyi tahrip projesidir. Polisiye tedbirlerle üstesinden gelinecek bir durum yoktur.
Sözleşmenin, sapkın cinsel tercihlere sağladığı dokunulmazlık alanı masum değildir. Buradan oluşabilecek toplumsal ve ahlaki sorunlar, sözleşmenin cinsellik özürlü içeriğine terkedilemez. Bu sözleşme ile hiçbir toplumda aile korunamaz. Batı toplumları aile kurumunu korumada inisiyatifi kaybetmiştir. “Musibette beraber olmak” için diğer toplumları da kendine benzetmek istiyor. Ailenin geleceği kaygısı taşıyorsak bu Sözleşmeden çekilmeliyiz. Her toplum, aile sorunlarına kendi değer yargılarına özgü yerel ve kurumsal sağlıklı çözümler üretmelidir.
Bakınız, tabiatın doğal düzenine beşer eliyle yapılan hoyrat müdahaleler, aylarca önlenemeyen orman yangınlarını, kirlenen çevrede üreyen mikropları, dengesi ve kimyası bozulan bir ekolojiyi önümüze koyuyor. Afet ve salgınlar yaşıyoruz. Daha neler yaşayacağımızı kestiremiyoruz. Bildiğimiz, çaresizliğimizi görüp aczimizle yüzleşmek olmuştur. Kürenin sakinleri olarak afet ve pandemilere meydan okumaya muktedir olmadığımızı gördük.
Aynı risk ve çaresizliği insaniyet alanında da yaşamaya namzet durumdayız. İstanbul Sözleşmesi, insanın yaradılış özelliklerine, kadın-erkek rollerine, insan bedeninin ruh ve anatomisine yapılacak her türlü fıtrat dışı müdahalenin yol açacağı komplikasyonların kuluçkasıdır. Cinsel özgürlüğü, eşcinselliğe partnerlik yaptıran bir Sözleşmeye itibar etmek zorunda değiliz. Önümüzde sadece hukuki bir metin yok; Sözleşme, insan fıtratına müdahale belgesidir. Halbuki, “fıtrat, fıtri ve layık olmayan şeyleri reddeder, atar.” Bu durumda insanlığın yaşayacağı sorunlara küresel karantinalar bile çözüm olmayabilir.
Onayladığımız Sözleşmenin, 12. Maddesinin 5. bendi, ahlak, gelenek, din, namus gibi kavramlara bilinçli bir mesafe koyuyor. Sözleşmenin 42. Maddesinin 1. bendinde din, gelenek, ahlak, namus gibi kavramları aşağılayan bir yaklaşım var.
Sözleşme, “namus” kavramını hukuken korunan değer olmaktan çıkarmıştır. Sözleşmenin Giriş kısmı ile 12/5 Maddesinde ve 42. Maddenin başlığıyla 1. bendinde olmak üzere dört yerde namus kavramı geçiyor. Fakat hepsinde “sözde namus” şeklinde geçiyor. Sözleşme, “namus” kavramını, “sözde namus” diyerek imzacı ülkeleri, “namus” adına, işlenen cinayetleri korumama taahhüdü altına sokmayı amaçlıyor. Hangi sebeple işlenirse işlensin, elbette cinayete karşı etkili tedbir almak, toplumun beklentisi ve yönetimlerin görevidir. Sözleşmenin cinayete karşı yaklaşımı ilke olarak doğru olsa da, “namus” kavramını aşağılayarak, “sözde namusa” indirgemesi kabul edilemez.
Sözleşme, en büyük desteği erken evliliklere karşı olma alanında arıyor. Elbette erken evlilikler, her toplum için olduğu gibi bizim için de aşılması gereken kronik bir sorundur. Toplumların bazı kesimlerinde zaman içinde kurumlaşmış başlık parası vb. uygulamalar polisiye tedbirlerle çözülemez ve çözülmüyor. Bu konu, her toplumda yaşanan cinsel istismara ek olarak, bizde kültürel ve ekonomik boyutlara da sahiptir. Sözleşme ve kanununun bu konudaki sorunları daha da derinleştiren genelleyici yaklaşımı, gerçekçi çözüm anlamına gelmiyor. Başta aile içi eğitim ve kontrol olmak üzere her olaya özgü uygulamalar geliştirmemiz gerekiyor.
Aile içi şiddete çözüm iddiası taşıyan Sözleşme, uygulanmaya girdiğinden bu yana, cinayetler dahil sorunları dört misli arttıran sorunlu sicile sahiptir. Sözleşmeye yöneltilen şikayetler anlaşılmaz bir suskunlukla karşılanıyor. Sözleşmeyi imzalayıp onaylayan ülkelerin tamamına yakını, kabul etmedikleri maddelere çekince veya şerh koymuşlar. Buna rağmen imzacı ülkelerden kimisi Sözleşmeyi reddediyor, kimisi de sözleşmeden çekilme kararları alıyor. Sözleşmenim 78. Maddesine göre, çekince koyma hakkımız olduğu halde Türkiye’nin hiçbir maddeye şerh koymadığı anlaşıyor. “Türkiye olarak ev sahipliği yaptığımız bu Sözleşmeye büyük katkı verdik” diyerek hükümet adına imzalayan devrin sayın Dışişleri Bakanı’nın, sözleşme metnini kariyerine uygun özenli bir okuma sonucu imzaladığı inancında değilim. Keza, aileyi konusunda Başkan Obama’nın övgüsünü almış sayın Cumhurbaşkanının, sözleşmeyi, aile kurumuna gösterdiği hassasiyete uygun bir okuma sonucu imzalamadığı anlaşılıyor. Bu konudaki suskunluğunu son günlerde bozarak eleştirel tavrına bakılırsa, yanıltıldığına ilişkin iddialarda gerçek payı olduğu akla geliyor. Ailede onulmaz yaralar açmaya başlayan sözleşmeden çekilmeyi bilmek, siyasetin ötesinde insani ve hatta tarihi bir görevdir.
Sözleşmenin en büyük meşruluk alanı gibi görünen “kadına şiddeti önleme” iddiasının pratikte pozitif karşılığı yoktur. Bir sözleşmenin başarısı, yasak koyup, tedbir öngörmesiyle değil, aldığı somut sonuçlarla ölçülür. Kaldı ki, şiddet azalmıyor artıyor. Uygulamalar sonunda, sözleşmenin aile ihtilaflarını arttırması en büyük fiyaskosudur. Bir diğer önemli sonucu ise, marjinal cinsel tercihleri toplumda kanıksatma ve meşrulaştırma arayışına yaptığı katkıdır. En büyük desteği LGBT’lerden alan bu durum, Sözleşme’nin, Türkiye’deki imza ve onay sürecinin ne kadar özensiz ve sahipsiz gerçekleştiğini gösteriyor.
Sözleşmenin, adındaki “İstanbul” bizden ama içeriği, sanıldığı gibi bizden değil. Aile kurumu ve cinsel tercihler konusu, üstüne basarak söylemeliyiz ki, bu sözleşmede katı ferdiyetçi bir yaklaşımın ürünüdür. Halbuki aile bireyselliğin korunacağı alan değildir. Ana-baba ve çocuklar arasında bir koalisyon ilişkisidir. Onun için aile hukukunun, diğer adı koalisyon hukukudur. Herkes özelinden fedakarlıkla belli sorumluluklar üstlenir.
Aile, hak ve sorumlulukların paylaşıldığı ve karşılıklı fedakarlığa dayanan bir yapıdır. Sözleşmenin, karı ve kocaya kolayca “sen yoluna ben yoluma” çözümüne yönlendiren mekanik, bireysel ve fayda odaklı yaklaşımı, toplumsal dokumuzla, “hane-i saadet” gördüğümüz aile algımızla uyuşmuyor. Sorunlar daha çok bu psikolojinin göz ardı edilmesinden kaynaklanıyor.
Osmanlı toplum yapısı üzerine çalışan müsteşriklerin önemli bir tespiti şudur: “Osmanlı toplumundan aileyi çeker alırsanız, geriye hiçbir şey kalmaz.” Çünkü onlar aileyi, ticari işletme gibi bakmıyordu. Bütün gelecek tasavvurları aile çatısının altında idi. Onların nazarında, “Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevi saadet için bir cennet bir melce bir tahassungâh ise, aile hayatı” idi.
Aile hayatımız geleceği, hayırhahımız gibi görünen, fakat bize her şeyi ile uzak “sözde sözleşme” metinlerinde değildir. En sağlıklı çözüm, yitik değerlerimizle buluşarak, başkalarının da faydalanacağı şekilde aileyi yeniden tahkim ve inşadır.