Lügatler muhalefet için “bir tutuma, bir davranışa karşı olma durumu, aykırılık; karşı görüşte, tutumda olan kimseler topluluğu; demokrasilerde iktidarın dışında olan parti ya da partiler” tanımlarını getiriyor. Siyaset Biliminin söylediğine göre, muhalefetin olması öncelikle bir yarışın varlığını gerektirmektedir. En başta her bir kesim birbirine eşit uzaklıkta ve birbirine muhalif iken; daha sonra, geride kalan, marjinal duruma düşen, sayı çoğunluğunu kaybeden, hükümet işlerini yönetmekten uzakta kalan, baskın hale gelen düşünce, tercih, tarz, moda ya da erkin kısıtlarına tabi olmak zorunda olan her bir unsur “muhalefet” sınıfına dahil oluyor.
Her topluluk içinde iyisiyle kötüsüyle bir iktidarı bulmak her zaman mümkün olmuştur. İktidar yarışının çok çetin geçtiği bir yerde muhalefet “muhakkak” vardır diyebilmek için; bir yerde on tane iktidar heveslisi varsa, biri iktidar olduktan sonra diğer dokuzu muhalefet konumuna düşer diyebilmek için fazlasıyla iyimser olmak gerekir. Muhalefet esasında bir tasnif ya da bir konum meselesi değil; bir duruş, bir tercih meselesidir. Yani muhalefete düşülmez, muhalif olunur demek daha doğrudur. Muhalefetin ruhunda ya gelip iktidar olanı alaşağı edip yerine geçmek ya da onu dönüştürerek kendine benzetmek vardır. Görüleceği üzere devrim ya da uzlaşı her zaman iktidarın ele geçirilmesine heveslidir. İktidar oyununda en kritik unsur ise “güç” unsurudur.
Tasnifi hususunda bir tartışma bulunan “Sivil itaatsizlik”i bir muhalefet sınıfına sokan ya da ondan farklı kılan şey, itaatsizliğin yönüdür. İtaatsizliğin öykündüğü şey iktidarın öykündüğüyle aynı cinsten ise itaatsizliği muhalefet tarifine eklemleyebiliriz. Eğer öykünülen şeyler cins olarak farklı şeyler ise, sivil itaatsizliği bir muhalefet olarak tarif etmek oldukça güçleşir; birbirleriyle kesişmeyen ya da birbirlerine bitişik iki daire gibi. Böyle bir durumda, sivil itaatsizin muhalif olarak algılanması ya korku ve vehim belasından ya da cehaletten kaynaklanan bir algı yanılgısından kaynaklanır.
Bediüzzaman’ın, başındaki sarığı çıkartmak isteyen bürokrata karşı “Ben sizin ecdadınızı temsil ediyorum” diyerek mukabelesi, “Euzübillahimineşşeytani vessiyaseti” prensibi, “Sizin dünyanıza karışmıyorum” söylemi, “Medeniyetten istifam sizi düşündürecek” şeklindeki sözleri ile; iktidarın ona karşı tutumu ve hukuken anlamlandırılması hayli zor sürgün hayatı bu türden bir itaatsizliği içerir. İktidarın, kendisinden olmayanı hemen muhalif olarak algılaması ve ona karşı rezerv davranışlar geliştirmesi itaatsizliği doğru algılamasını önlemekte; dolayısıyla her türlü zulme kabil bir hale gelmesine sebep olmaktadır. Gandhi örneğindeki itaatsizlik, sömürge mantığına karşı sömürülmeme olarak gerçekleşir ki bu öykünülen şey olarak Gandhi tarzını bir muhalif unsur haline getirir.
Bediüzzaman’ın itaatsizliği ise muhalefet mantığına benzer şekilde ayrıştırıcı formlar üretmez; belki tamir, tecdid, hatırlatma, kuşatma, diriltme gibi ihya hususlarını içerir.
Türkiye, özellikle Avrupa Birliği’ne katılım sürecinin fiili olarak askıya alındığı 2007 yılından beridir derin ve ilginç bir muhalefetsizlik ortamını yaşıyor. Demokrat Parti döneminde, yüzde 60 oranındaki halk desteği DP’nin karşısına çeşitlenen ve birbirine yanaşan muhalif unsurları çıkartmıştı. Bugün durum tam tersi bir durum arz etmekte. Bütün muhalif unsurların birer birer adeta iktidarın bir unsuru haline geliyor olması; siyasal tarihte eşi görülmemiş bir yönetim durumunun ortaya çıkmasını netice veriyor.
Avrupa Birliği ile ilişkilerin fiili olarak askıya alınmış olması, Ergenekon Davası gibi hukuki süreçler içinde en keskin muhalif unsurların bertaraf olması, demokratik dünyada çok ender rastlanılan oranda oy oranına ulaşılması; üniversitelerin ehlileştirilmesi, sendikaların ayıklanması, basın ve yayın dünyasındaki “çatlak” seslerin kesilmesi gibi gözle görülür bir “muhalefet krizi”nin varlığı bir yana ülkenin bütün muhalif denebilecek, muhalefet üretebilecek yapılarının iktidara eklemlenmeye başlaması ayrı bir garabet oluşturmaktadır.
Siyasal yapının ”–mış gibi davranan” muhalefet partilerince hayli sıkıntısız bir şekilde sürdürülmesi; en kritik kararlarda dahi, hükümetin kendi tarafında duran bir muhalefet partisini bulabilmesi, yüzde 10’luk seçim barajının artık istenilen dirençli muhalefetin oluşturulabilmesinin önünde engel olmaya başlaması, en kritik ve ilgi çekici olansa gerçek bir muhalif duruşla iktidara gelen politik söylemin kendi görüşlerini test edemeyeceği bir muhalefet(sizliğ)e mecbur kalışı. Bütün bu durumlar Türkiye’de bir tür kendiliğinden gidiveren bir siyasî yapının oluşmasına, muhalif görünen bütün unsurların iktidara bir ya da bir kaç noktadan eklemlenmesine sebep olmaktadır.
Siyasal ve bürokratik yapının bir zamanların onmaz muhalifleri olan şahsiyetlerin/görüşlerin merkeze, devletin tam ortasına bütün devasalığıyla oturmuş olması bu muhalefet krizinin bir başka boyutunu oluşturmaktadır. Bu öyle bir açmaz durum oluşturmuştur ki; ülkede bütün mazlum kitleler bir zamanlar kendilerine zulm etmek için kullanılan aygıtlarla barışık hale gelmiş; sabık devrin baskı unsurları ise musalahaya mecbur olmuşlardır. Politik anlamda bir “(yeşil-kızıl-liberal-ılımlı,vs.) sol” söylemin artık kalmamış olması iktidarın önünü tıkamaya başlamış; ülke sıkıntılı ve durağan bir sürece girmiştir. Artık, her şeyi iktidardan beklemenin başka bir formu ortaya çıkmıştır.
Muhalefet krizinin sadece siyasal alanla değil; bilim, kültür, sanat gibi alanlara da sirayet etmesi krizi derinleştiren başka bir husus olmaktadır. 28 Şubat sürecinin en önemli entelektüel mağdurlarının devletin önemli mevkilerine yerleşiyor olmaları; âkil adam ihtiyacının had safhada olduğu şu sıralar sıkıntının boyutunu artırıyor. Önyargılı olunan muhalif unsurların iktidara yön verebilmelerinin önünün kesildiği şu zamanlarda; iktidara dışarıdan, özerk kimliklerini koruyarak yön verebilecek şahsiyetlerin devlet kademelerine yerleşerek özgürce müsbet muhalefet etme şanslarını yitirmeleri, iktidarın durağan, hareketsiz, heyecansız, hedefsiz bir görüntü vermesine sebep oluyor.
Bu durumu bir “huzur” söylemiyle geçiştirmek bazılarına göre mümkün olabilir. Evet, yıllar boyu muhalefetin devamlı surette yıkıcı, negatif, doğruya doğru diyemeyen, eğriyi kendi ikbali için bir fırsat olarak gören kafa yapısıyla çalkantıdan çalkantıya sürüklenmiş Türkiye için bu bir huzur ortamı sayılabilir. Fakat Siyasal düzenin fıtratı ve uluslar arası ilişkilerin yapısı bunu kaldırmaz; aktörler işlevlerini yerine getiremiyorsa ya aşırı bir durağanlık ve kabızlık hali ya da anarşiye varan bir kararsızlık durumu ortaya çıkacaktır.
Muhalefetin böylesi bir acziyyet içinde bulunduğu bir dönemde; müsbet bir fikr-i siyaset ortaya koyabilecek, politikanın dışında kalıp politik unsurlara uyarılarda bulunabilecek sivil itaatsiz bir topluluktan yoksun kalmışlık başkaca bir problem olarak karşımızda duruyor.
90’lı yıllar öncesi dönemde sivil itaatsiz bir unsur olarak cemaatlerin siyasete fazlasıyla bulaşmış olmaları bir bakıma haklı sebeplere dayandırılabilirdi. Demokrat olarak görülen siyasal düşüncenin yanında, mevcut dogmatik düzenin devamına çabalayan gurupların karşısında yer alırken siyasete de bulaşmışlar; kendileri de politik bir “taraf” durumuna düşmüşlerdi. Bu gün, aslında böyle bir ihtiyacın geçmişe göre çok daha az seviyede olduğu bir durumda, cemaatlerin siyasete olabildiğine aktif şekilde yön vermeye çalışıyor olması, iktidarın bir parçasıymış gibi bir rol üstlenmeleri; zaten muhalefetsizlik krizi yaşayan ülkenin bir de sivil itaatsiz bir destekten de mahrum kalışına da sebep olmaktadır. İktidardan hesap soran bir muhalefetin olmaması, iktidara yanlışlarını garazsız ve hesapsız, menfaatsiz bir şekilde gösterecek sivil itaatsiz bir yapının kendi karakterini inkâr edercesine iktidara eklemlenmeye çalışıyor olması iktidarın da hata yapabilme olasılığını arttırmakta, rehavetine teşne olmaktadır. Bu kabızlık halinin bir kansere dönüşmemesi için şapkamızı önümüze alıp ciddi bir sorgulama dönemine girmemiz lazımdır. Muhalefetsiz toplumun ve sivil itaatsiz bir yapının denetimsiz, dikkatsiz, keyfiyâne, israfkâr, zulümkâr, dediğim dedikçi, baskıcı, totaliter bir düzenin için için yerleşmesine sebep olacağını bile bile bir şeyleri tekrar tecrübe etmeye gerek var mıdır?