Murat Tokay'ın haberi:
‘Türkiye’nin tarihi laiklerin olduğu kadar muhafazakârların da tarihi. Bugünkü modern Türkiye, sadece Atatürk’ün değil, Said Nursi’nin de eseri.’ Konuşmamıza bu sözlerle başlıyor Prof. Dr. Carter V. Findley. Türkiye’de modernleşmenin gerçek tarihini bütün yönleriyle incelemeye girişen çok az tarihçinin olduğunu anlatıyor uzun uzun.
‘Modern Türkiye Tarihi’ isimli kitabı yayımlanan Prof. Findley, Amerikalı bir tarihçi. 1960’lardan beri Osmanlı tarihi üzerine çalışıyor. İyi Türkçe konuşan Findley kısa dönem Bilkent Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmış. Ohio Devlet Üniversitesi’nde ders vermeye devam ediyor. Dilimize çevrilmiş birçok eseri var.
Timaş’dan çıkan yeni kitabının adı Bernard Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu’nu akla getiriyor. Referans eser kabul edilen Lewis’in kitabı binlerce okuyucuyu etkiledi. 60’ların başında yayımlanan Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türklerin son 250 yıldaki çağdaşlaşma ve modernleşme serüvenini 1950’ye kadar inceliyordu. Findley, bir bakıma o efsane kitabı güncelliyor. III. Selim’den Tayyip Erdoğan’a, Atatürk’ten Menderes’e, Said Nursi’den Fethullah Gülen’e birçok kişi ve olaya yer veriyor.
Modern Türkiye Tarihi, hacimli akademik bir tarih kitabı ama ‘anlatı’ havasında. Sayfalarında tarihî şahsiyetler kadar roman kahramanları da geziniyor; Rabia, Ahmet Celal, Hayri İrdal, Aysel Dereli, Pehlivan Ali, Ka, hepsi de tanıdık simalar. Abdülhamid dönemini okurken Namık Kemal’in sesini duyuyor, 30’lu yılları Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün penceresinden seyredebiliyoruz. Askerî darbelerin yaşattığı acıyı Adalet Ağaoğlu’nun romanlarının tanıklığıyla yeniden duyuyoruz. 1789’dan 2007’ye Türkiye’nin modernleşme serüvenini okurken hem de edebi bir lezzet şöleninin ortasında buluyoruz kendimizi.
Carter V. Findley, böyle bir kitap yazmaya doktora öğrencisi iken karar vermiş: “Lewis’in kitabı henüz yeniyken Osmanlı tarihi alanına giren öğrencilerin şu soruyu sorması alışıldık bir durumdu: ‘Böyle bir kitap yazmak için ne yapmak gerek?’ Bunu ben de kendime sormuştum.” Findley, kitapla ilgili araştırmalara 90’lı yıllarda başlamış. Türkiye’ye sık sık gelip Başbakanlık Arşivi’nde çalışmış. Kitabı yazma safhası beş yıl sürmüş. 2008 yılının sonunda yayına hazırlamış. ‘Turkey, Islam, Nationalism, and Modernity’ adıyla 2009’da Yale Üniversitesi Yayınları tarafından basılan kitabı Amerika’da iki büyük ödüle layık görülmüş.
Findley’e göre 60’ların başında, alanın temel çalışmaları ortaya çıktığı sıralarda, Türkiye Cumhuriyeti’nde laikliğin kazanmış olduğu resmî zafer; sekülerizmin örnek bir modeli gibi görünmesine yol açıyordu. Fakat bu erken ilan edilmiş bir zaferdi. Ve Türkiye’deki modernleşmenin gerçek tarihini bütün yönleriyle incelemeye girişen pek az tarihçi vardı. Bu alandaki eksikliği fark eden Findley, Osmanlı ve Türk modernleşmesi hakkındaki eski temel çalışmaların laikleştirici önyargılarının ötesine geçme isteğinin bu çalışmanın lokomotifi olduğunu söylüyor. “İslam’ın Türk toplumu üzerindeki etkisi o kadar derindir ki, Türk kimliğinin iki temel belirleyicisinden biri Türk dili, diğeri de İslam’dır.” diyen Findley, Türkiye’nin son 200 yılında etkili olan üç dinî hareketin kronolojisini çıkarıyor. “Bu hareketlerin kurucuları sırasıyla Mevlana Halid (1776-1827, Arapçada Şeyh Halid el-Bağdadî veya el-Nakşibendî olarak bilinir), Said Nursi (1873–1960) ve Fethullah Gülen’dir (d. 1938). Dinî manzara son derece geniş ve çeşitli olmasına karşılık, bu üçü hepsinin üzerinde yükselmektedir.”
Türkiye, İslam, Milliyetçilik ve Modernlik alt başlığıyla yayımlanan kitap kronolojik olarak 1789’dan günümüze kadar olan dönemi kapsıyor. Dönemlerin siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel tarihi ele alınıyor. Türkiye’nin modernleşme sürecini edebiyatla ilişkilendirerek her bölümün sonuna usta yazarların dünyalarını keşfe çıkan kısa denemelere yer vermesi ve Türk toplumunu etkileyen dinî hareketleri incelemesi kitabı benzerlerinden ayırıyor.
Findley, bu alanda yapılmış çalışmalarla ilgili şerh düşme ihtiyacı hissediyor: “Türkiye’de İslami canlanma ve kimlik politikalarına yönelik küresel ivme hız kazandı. Osmanlı ve Türk modernleşme tecrübesiyle ilgilenen bilim adamları bu değişmelere zorlukla ayak uydurdu. Türkiye’de kültür siyasallaşınca bilim adamları da eserlerini belli bir siyasal bakış açısını desteklemek amacıyla yazıyordu.” Amerikalı tarihçiye göre, güçlü bir Türkiye’den söz ediyorsak bunda hem laiklerin hem de muhafazakârların payı var. İki akım da diyalektik bir iletişim içindeydi. Sadece çatışmalar yok, bazen bir araya gelerek bazen çatışarak bugünlere geliniyor. “Türkiye’de oturanlar genelde bu iki akımın çatışmasını görüyorlar. Yalnız çatışmalar olsaydı büyük bir ihtimalle 1918 yılından sonra yeni bir Türk devleti çıkmayacaktı. Birbirlerinden hiçbir şey öğrenmemiş olsalardı Türkiye’nin geleceği parlak olmazdı. Türkiye tarihi büyük bir nehrin akışı gibi oluşan bir şey. Yan kollar var.”
Mustafa Kemal’in cumhuriyet anlayışı diktatörceydi…
Hiç şüphe yok ki, Mustafa Kemal sıra dışı biriydi. 1908-1923 krizleri sonucunda Birinci Dünya Savaşı’na giren diğer ülkelerin yaşadığından çok daha büyük demografik kayıplara maruz kalan Türk halkının içinden ileri görüşlü, karizmatik bir lider çıkarması neredeyse bir mucizeydi. Enver gibi İttihat ve Terakki liderlerinin aksine, Atatürk ulaşılabilir hedefler koymayı becerdiğini gösterdi. Asker olmamalarına karşın sürekli üniformayla görünen Hitler, Mussolini ve Stalin’in aksine, Atatürk cumhurbaşkanı olduğunda üniformasını çıkaran ve arada sırada katıldığı tatbikatlar dışında bir daha giymeyen muzaffer bir mareşaldi. Hiç kuşkusuz, onun gücünün esas kaynağı seçim sandığı veya anayasa değil, milletin kurtarıcısı (halaskâr gazi) olarak sahip olduğu itibardı. Cumhuriyet anlayışı plebisitçiydi ve bu anlamda diktatörceydi.