Özkan Öze (Yazar, Liseye kadar okudu. Onu da zor bitirdi.)
Sorunlarını yatırmak için gerekli evsafta bir masa bulmanın imkansız olduğu bizim millî eğitimimizin bundan bir kaç dönem önceki bakanı, göreve gelir gelmez yaptığı bir konuşmada, “paradigma değişiklikleri yapacağız” demişti. Gayri ihtiyari gülmüştüm bu sözlere... Çünkü bana göre eğitim sistemimizin iki büyük paradigmadan kurtulması gerekiyordu ancak bu, hâlâ daha değişmediğini gördüğüm o günlerin şartları içinde neredeyse imkansız bir şeydi.
Eğitim sistemimizin üzerine menhus bir hayalet gibi çökmüş bu iki büyük paradigmadan birini hiç anmayacağım; diğerini ise şu kısacık cümle ile özetleyeyim: “Bilgiyi sadece bir sınav sorusunun cevabı olarak öğretmek!” Bu, benim kafamdaki VAROLUŞSAL BİR MÜFREDAT VE EĞİTİM ANLAYIŞI hayalinden fersah fersah uzak bir şeydi ve çocukluğumdan beri resmî / millî eğitim ile aramdaki kan uyuşmazlığının en önemli sebeplerinden biriydi. Ayrıca değişebilmesi için sadece eğitim sisteminin değil, toplum olarak bizlerin o eğitimden beklentilerimizin değişmesi gerekiyordu. Toplum olarak resmî eğitimden beklentimiz, çocuklarımıza muteber bir meslek edindirmesiydi. Hayallerimizdeki o muteber meslek de, çok kazandıran meslek demekti! Ve bu muteber meslekler içinde, musluk tamirciliği yoktu! Hepimiz çocuklarımızın doktor, mühendis, avukat, bilişim bilmem nesi vs.. vs.. olmasını istiyorduk çünkü. Oysa pazar günü evinin sıhhî tesisatında çatlak patlak baş göstermiş her hangi biri, musluk tamirciliğinin ne kadar muteber bir meslek olduğunu pekala idrak eder, bununla da kalmaz, “Tanrıyı bulmak kolay, sen pazar günü New York’ta musluk tamircisi bul bakalım!” diyen Woody Allen’a da hak verirdi.
Kısaca, önce veliler bozulmuştu ve veliler düzelmeden eğitim sistemi düzelemezdi…
Ayrıca toplumun bu beklentileri doğrultusunda şekillenen (ya da toplum bu çıkmaz yola bile isteye sürüldü) ve bütün öğrencilerini üniversite kapılarına yığarak, onlara başka yollar göstermeyen bir eğitim sistemi, “bilgiyi sadece bir sınav sorusunun cevabı olarak öğretmek” şeklinde özetlediğim bu paradigmadan asla kurtulamazdı. Bu şartlarda, eğitimin, resmî okul sıralarında hayata anlam katan varoluşsal bir eylem haline gelmesi imkânsızdı. (Peki ya gayrî resmî sürücü kursu gibi her mahalleye bir şubesini açtığımız özel okulların tek özelliği paralı olmak olmasaydı ve “1863 senesinde kurulan Robert Kolej’in neden başka şubesi yok?” sorusu üzerine azıcık kafa yorsaydık, gayet mümkündü aslında; hayal ettiğimiz, tevhidî tedrisatın katı, despot, arkaik, faşist ve ruhsuzluğundan uzak o ideal varoluşsal eğitim, resmî olmak zorunda değil çünkü… Hatta belki de resmî olmamak zorunda!)
Beni, resmî eğitimden soğutan bir diğer diğer etken ise, az önce adını anmadığım paradigma tarafından bayraktarlığı yapılan ve yanlış anlaşılmayı göze alarak her bulduğum fırsatta, “İslam’da, imandan önce gelir!” dediğim ZİHİNSEL ÖZGÜRLÜK kalesini tehdit eden bir tür zorbalıktı. Uzun bir süre belki ismini koyamamıştım ama bünyem, “Prokrustes’in paslı karyolasına” yatmayı reddediyordu…
Sayın sabık bakan, muhtemelen benimle aynı paradigmalardan bahsetmiyordu bile… Ama her neyden bahsediyor olursa olsun, bir paradigma değişikliğinin imkansız olduğu da ortadaydı. Ancak böyle bir şeyin dile getirilmesinden bile memnun olmalıydım. Açık söyleyeyim, yirmi senedir bu ülkenin çocukları için, onların manevi dünyalarını zenginleştirip donatmak gibi hiç de mütevazı olmayan bir amaç uğruna kitaplar kaleme alan bir yazar olarak ümitlenmiştim. Bu belki boş ama çokca haklı bir ümitti…
Neticede ne paradigmalar değişti ne de köklü bir değişim yapılabildi. Bendeniz, sabık bakanın döneminde yapılan birtakım icraatları, acil servise gelmiş hastalara, pek solgun görünüyorlar diye başhekimin emri ile hemşireler tarafından allık sürmeye, göz kenarlarına sürme çekmeye benzetiyordum o zamanlar. Her ne ise… Bakan bey baktı olmayacak affını rica etti, sonra aradan bir bakan daha geldi geçti aramızdan… Paradigmaları değil ama bakanları değiştirmek konusunda çok iyiydik…
Bir süredir eğitim camiamızın gündeminde yine bir değişim dalgası var. “Türkiye Yüzyılı” gibi ışıltılı sloganlar eşliğinde büyük(!) bir müfredat değişikliğine gidildi… Gidiliyor… Gidildiği iddia ediliyor… Ya da gidilecek… Yayınlanan programları eğitim işi ile uzaktan yakından ilgilenen herkes gibi ben de inceledim. Özellikle yazarlık mesaisinin büyük bir kısmını AMENTÜ konularına ayırmış olduğum için resmî dinî eğitim müfredatına diğerlerinden daha ciddi bir nazar ile baktım elbette.
Ve neredeyse on beş senedir, “Okullarda ilk dinî eğitim 4. sınıfta başlıyor. Bu 4. sınıfın müfredatını tamamen iman esaslarına ayırmalıyız. AMENTÜ ESASLI yeni bir müfredata geçmeliyiz. Biz bu çocuklara İslam’ın Allah’ını bile anlatamıyoruz. İlerleyen zamanlarda (zaman ne kadar çabuk ilerledi değil mi?) büyük sorunlar yaşayacağız!” diye bağırıp durduğum halde sesimi kimselere duyuramamış olduğumu da kendi gözlerimle görmüş oldum elbette. Her ne kadar, “Bürokrasinin paslı çarkları ile cedelleşip durmanın kimseye faydası yok. Elimiz kolumuz bağlı değil ya!” diyerek sahada görev yapan hamiyetli, gayretli ve samimi öğretmen arkadaşlar ile çocuklarının manevi hayatını dert edinen anne babaların işine yarayacak kitaplar üzerinde çalışıyor olsam da, bunun beni üzmediğini söyleyemem… Ancak görebildiğim bütün eksikliklerine rağmen yeni müfredatı değil belki ama yeni bir müfredat çabasını, bu değişim cesaretini sonuna kadar desteklediğimi de söylemek isterim.
Muhtemelen hiç kimseyi tam olarak tatmin edememiş ve edemeyecek olan bu değişim, birilerini o kadar rahatsız ediyor ve öylesine uyku kaçırıcı bir huzursuzluk veriyor ki, şaşkınlık içinde, “Peki ama bunlar neden bu kadar bağırıyorlar?” diye soruyorum! “Değiştirilmeye çabalanan sistem, iyi bir sistem değildi ki? Senelerdir bundan netice alınamıyordu!” Galiba değiştirebilme ve yerine, Allah’ın bizlere verdiği en büyük nimet ve imtiyaz olan insan özgürlüğüne varoluşsal bir tutku ile sahip bireyler yetiştirebilen, “Biz bir devletin vatandaşları değiliz, bir devleti olan vatandaşlarız!” diyebilecek kadar büyük bir özgüvenle devletine sahip, bize ait, bize özgü ama insanlığın ortak faziletlerine ve bilgi birikimine saygı ile açık bir eğitim sistemi kurabilme ihtimalimiz, (Amacımız buydu değil mi?) birilerinin ödünü koparmaya yetiyor. Sanırım o birileri, tarımdaki iddiamızı ot gibi nesiller yetiştirmeye devam ederek sürdürelim istiyor!
Yeni müfredatı eleştirelim, tavsiyelerde bulunalım. Bunu cesurca ama aynı zamanda hak perestçe yapabileceğimiz ortamlar oluşturalım. Kınanmaktan, suçlanmaktan korkmayalım. Kimse de bizi korkutmasın, tuhaf ithamlara maruz kalmayacağımızdan da emin olalım… Değişimin bizzat kendisine karşı olanlar hariç, her türlü fikri dinleyelim. Ve değişimin her zaman bir gelişme olmadığının şuurunda olarak, bu çabaları desteklemekten de geri durmayalım. Değişme cesaretine sahip çıkalım. Şimdi çalışanlar ve gayret edenler, olması gereken değişimi, olması gereken seviyede gerçekleştiremeyebilirler. Ancak onlar bunu şimdi denemezlerse, onlardan sonrakiler de yapamazlar… Yüz yılı mütecaviz bir zamandır ayaklarımızda git gide büyüyen bu prangadan kurtulmalıyız artık. Kendimiz için değil çocuklarımız ve onların çocukları için…