Türklerle Kürtler kucaklaşmaya hazır, yeter ki siz defolunuz!..
Bahar ölümü değil, hayatı taşır... Kışın yarı mevte mahkûm ettiği hayat; çekirdek, nüve ve köklerin rahmanî bağrında her baharda yeniden harekete geçer ve yeryüzünde ihyanın büyük şehrâyini başlar. Sultan-ı Ezel’den gelen “Kün!” emrinin tecelliyatı bahar haşrini renk ve râyiha cümbüşü tamamlar. Sarp dağları, yüksek platoları, uçsuz bucaksız yaylaları bahar haşrinin neş’esi sarar; derin vâdileri hayatın kaynağı billur şakırtılı gür sularla birlikte tabiatın şükür bestesi İlâhî mûsikî doldurur...
Kürdistan coğrafyası baharın bütün canlılığına, bütün sürûruna rahm-ı mâder olabilecek eşsiz bir zenginlik ve verimliliğe sahiptir. Dağlardan eriyen kar sularının küçük nehirler halinde vâdilere boşalmasıyla kabaran suların uğultudan kurduğu saltanatın büyük faslına, göğü baştan başa kanat şakırtılarıyla dalgalandıran göçmen kuşların şarkıları eşlik eder. Anne olmlanın neş’e ve telâşını bir ânda yaşayan koyun ve keçilerin melemelerine keyifli bir türkü ile iştirak eden çobana, çıkınındaki iki kuru baş soğan, bir haşlanmış yumurta ile bazlamadan müteşekkil öğünü bir kaya dibinde, bir kuytulukta dünyanın en mükellef sofralarını mahcub eden lezzetler vaad eder.
Bu mevsimde sarp bir dağa sırtını dayamış ya da kar sularının coşkun bir nehire çevirdiği küçük derenin iki yakasını ayırdığı yeşil ve derin bir vâdiye kurulmuş bir köyde karşılamak vardı baharı. İstanbul’da kurduğum bu uzak bahar hülyâsı, ne yazık ki bölge insanı için elem ve ızdırab yüklü. Zirâ, otuz yıldan beri Kürdistan’a bahar gelmiyor, baharın neş’esi yaşanmıyor, tabiatın şehrâyini seyircisiz kalıyor. Çünkü bölge, kışın zevale yüz tutmasıyla birlikte “operasyon” ve çatışmaların gürültü ve dehşetinin meydana getirdiği endişe ve korku içinde baharı karşılıyor.
Kâinatı arşvarî “Kün!” emri ile dirilişe sevkeden İlâhî emre hâlife-i arz, “Öldür!” emri ile mukabele ediyor. Çiçeklerin tebessümünü, kelebeklerin raksını, tabiatın mûsikîsini silâhların dehşetli gürülltüsü bastırıyor; çobanların türküsü yerine bağrı yanık anaların feryadı yankılanıyor sarp dağlarda, derin vâdilerde.
Otuz yıllık bu amansız, bu neticesiz, bu öldürücü tarzın yegâne çözüm olduğnu söyleyenlerle hemfikir değilim, hiç değilim. Her iki taraf da yalan söylüyor; kandırmakla, oyalamakla çok da meçhûlumuz olmayan habis bir emele hizmet ediyorlar. Aksi olsa, otuz yıl aynı neticesiz tarz tecrübe edilir miydi? Belli ki birileri vaad edilen maksada hizmet etmeyen bu neticesiz tecrübelerden büyük menfaatler devşiriyor; belli ki birileri oluk oluk akan bu insan kanından vampirce bir hayatın keyfini arıyor; belli ki birileri anaların yürek dağlayan feryatlarını, tuzağa basmış avın çâresiz çığlığını bekler gibi şeni’ emellerinin müjdesi olarak bekliyor.
Türklerin de Kürtlerin de geniş kitlelerinde kabul görmemiş darbe, tertip, muhtıra ve yargı terörü ile ayakta tutulmaya çalışılan resmî ideolojinin bağırımızda açtığı bu ırkçılık yarasından bütünüyle kurtulmanın en kestirme yolu, gafletten çok, haince bir kastın eseri olduğu bedihî bu izmden yakamızı kurtarmaktır. Az kaldı... Umumî bir intibahın fecrini yaşıyoruz, elbet de zulmetleri dehleyecek bir Güneş ufkumuzda tulû edecektir. Az kaldı...
Ne var ki, fecrin bütün alâmetlerine rağmen gecenin devamına derin bir hamâkatle çalışanlar var. Ne var ki, Ergenekonlar, Kafesler, Balyozlar ve yargı tertibleri ile hayat ve saâdetlerini bu zulmetli gecenin devamında arayanlar var. Bu beyhûde çırpınışlar, bir asrı eteklerinden yakalamak üzere olan bu karanlık gecenin devamına kâfi gelmez, hiç bir güç sabahımızı daha fazla erteleyemez. Erteleyemez, zirâ millet Horhor’dan başlayan Şark Ezanları ile uyandı, kıyamete kadar uzanacak bir günü yaşamaktan asla vaz geçmeyecektir.
Yazık ki, bölgeden gelen haberler askerî birliklerin yeni bir “operasyon” hazırlığında olduğu istikametinde... Belli ki, yine dağlara taşlara bombalar yağacak, belli ki yine fail-i meçhul ama gerçekte malûm tertiblerle gencecik vatan evlâtları ölecek. Lâikçilikten asla vaz geçmeyenler cenaze merasimlerinde dinin iki mukaddes mefhumu “şehitlik” ve “gâzilik”le din istismarında bulunacak, bağrı yanık anaların feryadlarını susturmaya çalışacaklar.
Ne değişecek? PKK ve terör bitecek mi? Memleket sulh ve sükûna kavuşacak mı? Evet, diyen yalan söyler... PKK ve terörün bitmeyeceği otuz yılın tecrübeleri ile sâbittir... Aksine, yara biraz daha dağlanacak, tarafların ızdırabları biraz daha keskinleşecek, hasım yumruklar biraz daha hınçla sıkılacak ve dağdakilerin sayısı yeni bilenmişlerle katlanarak artmaya devam edecektir.
Sakın birilerinin elde etmek istedikleri netice de bu olmasın! Değilse, otuz yıllık bu abeste ısrar etmenin alemi ne? Bunca körlük, bunca şuursuzluk millete yutturulabilir mi?
“Açılımlar” ile farklı ve doğru cevabın izini bulan iktidar, Ergenekon ve yargı meselelerinde cesur ve isabetli adımlar atan iktidar, anayasa değişikliği kararlılığı ile milletin hasret kaldığı sulh ve sükûnu müjdeleyen iktidar; bu eski tarz, eski netice ve eski cevaba nasıl râzı olacak? Her sulh imkânını habis bir tertib veya neticesiz bir operasyonla akîm bırakan silâhlı cenâha, “Dur!” diyemedikten sonra canhıraşâne verdiği bütün mücâdeleler abes olmaz mı? Ak Parti’ye, boğuşmak zorunda kaldığı irili ufaklı bütün bu problemlerin Kürt Meselesine dokundurtmamak, çözdürtmemek irâde ve emelinden kaynaklandığını daha yakından söyleyecek kimse yok mu? Uzaktayım, sesimi duyuramıyorum...
Kürtleri yaşadıkları coğrafyadan söküp atabilir misiniz? Hayır... Tamamını öldürmekle imha edebilir misiniz? Hayır... Yeltenseniz, dünya buna seyirci kalır mı? Hayır... Bir asırdır inkâr, red ve asimile gayretleriniz bir işe yaradı mı? Hayır... Kürt halkını potansiyel düşman gören hasmâne ve zâlimce icraatlerle dağlara otoban döşer gibi PKK’yı güçlendiren politikalarınızın maksadını milletten daha fazla gizleyebilir misiniz? Hayır... Şemdinli, Çukurca, falanca, filanca iğrençliklerinizin üstünü örtebilecek tâkatınız var mı? Hayır... “İyi çocuk”larınızın gerçekte ne mal olduklarını ve ne cinâyetlere imza attıklarını milletin öğrenmesine daha fazla engel olabilir misiniz? Hayır... Cevabı “hayır”lardan müteşekkil bu sual zincirinin hepinizi tek tek asmaya yetecek kadar uzama istidadı var. Uzatmayacağım!..
Yeter!.. Otuz yılda elli bine yakın insanımızın hayatı ve bu fakir milletin bir tiriliyon dolarına mal olan bu abes ve neticesiz savaş yeter. Bu yolda dökülen para, bütün kavga sebeplerini ortadan kaldırmaya kâfi gelirdi. Milletten esirgediğinizi bu kan gölüne bir su kaynağına eğilen canavarlar gibi eğilen dâhilî ve haricî düşmanlara hibe ettiniz, yeter.. Sulh için, insânî olana riayet kâfi gelir... Bir adım ötesi İlâhî olanla amel etmektir... Türkler ve Kürtler bin yılın iki Müslüman kavmi; bin yıl birlikte kardeşçe yaşamalarını netice veren İslâmiyet, bir bin yıl daha birlikte yaşamalarına kâfi gelir. Batılı hasımlarımızın dostâne dayatma, iğfalât ve telkinleri ile İslâmiyete sırt çevirdiniz, millete de zorla çevirtmek istediniz; neticeleri ortada: Savaş, açlık, sefâlet ve ahlâksızlık... Artık yeter!..
Biz milletiz ve reddine muvaffak olamadığınız aslımıza rücu azmindeyiz. İsteseniz de istemeseniz de insan ve Müslüman olacağız. Evet, Türkler ve Kürtler olarak birbirimize sımsıkı sarılacağız; boğmak değil, hasret gidermek için... Zirâ birbirimizi çok özledik, çok!.. Yeter ki, siz aradan çekilerek defolup gidiniz! Biz, bir câmi avlusunda veya bir türbe girişinde selâmlaşıp kucaklaşmaya hap hazırdık, yine hazırız. Yeter ki siz defolup gidiniz! Kahrolsun husumet, kahrolsun düşmanlık! Yaşasın İslâmiyet!.. Yaşasın Türk ile Kürdün bin yıllık İslâm ve târih kardeşliği!