"Günahkâr kullara sevda yüklemek
Acıya randevu vermek demektir."
Sevda bir ruhsal açılımdır.
Kesif ve karanlıklı toprağın, güllere çiçeklere dönüşmesidir.
Kum tanelerinin güneşi yansıtması, ayna olmasıdır.
Ve belki de bir garibin diyarı gurbette memlekete hasretidir.
Realite uğruna hep determinist duygularıma yenik düşmüşümdür.
Oysa KUANTUM bu işi halletmişti.
Komutanım anlatmıştı.
Hayatın "integral" açılımını da öğretmenimden öğrenmiştim.
Onlar ne kadar çok şey biliyordu...
İlmiyle amelsizlik gerçekten “helaka” gidiş midir?
Siz, siz olun gerçekten günahkâr bir kula sevda yüklemeyin.
***
Komutanım kuantumu anlatırken;
-"Senin" demişti...
-"Senin BEYAZ SARAYA başkan olmak gibi bir fantezin gerçekleşebilir. Çünkü kuantum imkanat dairesidir."
Allah Allah… Bildiklerim mi yanlış yoksa duyduklarım mı?
Oysa her Amerikalı bir gün oğlunun başkan olacağına inanır.
Acaba onları dünyaya hükümran eden sır bu mudur?
Öğretmenimle komutanım beni harmanlarken, şeyhim beni "tart" (kovma) ediyordu.
Ben günahkâr mıyım?
Peki, yer ile mekân arasında ne tür bir ayırım vardır?
Çin’e ilim bulmaya giderken felsefik şüpheciliğiyle kirlenmişlik detaylarını hesaplamadan medresede giydiğim taasubi hırkanın ağırlığında boğuluyordum.
"Aklın nuru"na mı "Vicdanın ziyası"na mı yönelmeliydim?
Dedemin dediği gibi; (dedem: ikisini de sırtla demişti)
İki ayrı yer bir mekân olamaz mı?
Ya da günahkâr kula tövbe kapısı açık değil mi?
Yani her "kul" sevdayı taşıyamaz mı?
***
1 Mayıs yürüyüşlerine katıldığım günleri hatırlıyorum.
Neydi o günler be...
-"Bizim sınıfımız proleter sınıfıdır. Biz adımlarımızı tarihin akışına uyduran, emperyalizme vuran, yarını kuranlardanız.”
“O duvar o duvarınız vız gelir bize vız."
Yok, be kardeş yok.
KAPİTALİZM insanlığa çok şey verdiği halde, bir o kadar da götürmüş.
Baksanıza sancıların dudaklara dökülüşüne...
Sosyal patlamaları "jop" azametiyle nereye kadar durduracaksın ki?
Demek ki dedem çok haklıymış.
Dedem;
-"BEŞER "ESİR" OLMAK İSTEMEDİĞİ GİBİ "ECİR" DE (gündelikçi) OLMAK İSTEMİYOR" demişti.
Solcu tarafımı kimse bilmez.
Yanılgı ve ön yargıları önlemek… Eleme yoluyla şüphe edilmez bir gerçeğe ulaşmak için her şeyden şüphe etmek gibi bir şeydir...
Yani şüphe ettiğinden şüphe edemeyeceği gerçeğe varmak...
Yani "sol-sağ" kavramlarını bir tarafa atmak...
Yani bir adım daha atmakla "mutlak gerçeğe" ulaşmak.
Yani bir kulun günaha da sevaba da yakın olabileceğini kabullenmek…
***
Ben sevdamı hibe etmişim.
Komutan, öğretmen ve şeyh üçgeninde "tanjant"ın değerini bulmak istemiştim.
Oysa gerçek bildiğim "gerçekler" bana sırt çeviriyordu.
Bir bankanın reklamını hatırlıyorum; "Şu bankaya mı gitsek bu bankaya mı gitsek"
Perde-i gayb açılır mı dersin?..
Schrödinger'in kedisini bulmak için...
Hem dalga hem tanecik… Ne dalga ne tanecik...
Ya ordadır ya değildir.
Yani “belirsizlik prensibi”....
Dedem: "Hakikat gözlemciye göre değiştiği için NAZAR-I DEKAİKAŞİNA’ya (dikkatlı bir nazar) ihtiyaç vardır.” Yani, "Basir-i Mutlak (MUTLAK GÖREN) gereklidir” der.
"Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi?”
Vay be…
Dedem üçgendeki "bana" haykırıyor;
"Kesretin mebdei vahdettir, müntehâsı da vahdettir. Bu bir düstur-u fıtrattır."
Şeyhimden tart, komutanımdan azar, öğretmenimden fırça yemektense,
muhabbete muhabbet edip, külli bir nazarla sevdaları sırtlamalıyım.