Üç Müceddid – Üçüncü Makale: İkinci Müceddid - Hayat
“…zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaytlık ve içtihadattaki fevzâ…” (Sünühat)
“Evet يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslâma da bilerek tercih ettirdi. Hem bin üç yüz otuz dört tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl-i iman içine de sokuldu. Evet عَلَى اْلاٰخِرَةِ cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz otuz üç veya dört ederek, aynı vakitte, eski Harb-i Umumîde İslâmiyet düşmanları galebe çalmakla, muahede şartını, dünyayı dine tercih rejiminin mebdeine tevafuk ediyor. İki üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü.” (Tarihçe-i hayat)
Üçüncü Makale: İkinci Müceddid - Hayat
İlk iki Makalemizde, özetle “İman, Hayat ve Şeriat üç farklı dönemi ve bu dönemlerde aktif olacak üç farklı şahs-ı maneviyi ifade etmektedir. Bu şahsiyetler, üç farklı yönelimle ortaya çıkacak; İman Hakikatlerinin üç farklı düzeyde inkişafını ifa edeceklerdir. Risale-i Nur’da geçen Üç Müceddid, kavram olarak bu şahs-ı manevinin üç devresini ve üç vazifesini (işlevini) ifade etmektedir” demiştik.
Doğru iman bilgisinin doğru bir yaşayışa yol açacağı düşünce olarak doğru ise de uygulamada farklı tezahürler olmaktadır. Birey, toplum ve siyasal hukuk düzeni (devlet), içten dışa ve dıştan içe açılıp bükülerek birbirini etkileyen ve değişime zorlayan içi içe girmiş dinamik düzlemlerdir. Görece olarak küçük gözüken düzlemde (kalb dairesi) insan, en kritik mesele olan “varoluşa ilişkin bilgiyi (hakaik-i imaniye) aramaktadır. Bu bilgi bireylerde neye tekabül ediyorsa sonuçta toplum ve siyasal düzen ona göre şekil almaktadır. Tarihte ortaya çıkan bütün değişimler ve sıçramalar bu kritik meseleye bağlı olarak meydana gelmektedir.
İman Hakikatlerinin bireydeki inşası bir aşama iken bireyin dinini yaşadığı ikinci düzlem olan toplumun da bir istihaleden geçmesi gerekmektedir. Bireylerin nefs’lerinin etkileşiminden ortaya çıkan toplum hayatının istihalesi ikinci aşama/dönem olarak “Hayat” kavramı ile isimlendirilmektedir. İman Dönemini, Bilim Dönemi olarak ifade etmiştik. Kutsal metinlerin yerini bilim vasıtasıyla üretilen fakat içlerindeki kudsi özden ayrıştırılmış olan “profan bilgi” almakta, böylece iman güya bir aklileştirme ile inanç seviyesine düşürülmekte, insan bir kısırdöngüye hapsolmaktadır. Profan bilginin bir sonucu olarak toplumsal kurumlarda ortaya çıkan ideolojiler de sosyal hayatı ve toplumu sekülerleşmeye (dünyevileşme) çağırmaktadır.
Kutsal metinlerin bilimle çatışıyor olduğu kanısının yaygınlaştığı modern dönemde insanların inançlarıyla yaşamları arasında bir uyumsuzluk baş göstermiştir. İnanç ve yaşantı arasındaki uyumsuzluğu artıran en önemli unsur “nefs”tir. Nefs, insanın kendisi ve toplumla iletişim sağladığı en krtitik düzlemi ifade etmektedir. Nefs, bu konumuyla, Hayat döneminin, yani ikinci aşamanın temel nesnesi durumuna gelmektedir.
Nefs, hem insanın iç dünyasında iman esaslarının etkisini kırabilen bir faktör olabilmekte hem de dış dünyada dünyevileşmeye yol açabilmektedir. Nefs, esasında, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tanınması için bir kıyas olarak kullanılması gereken bir enstrüman durumunda iken; devamlı surette kendine yönelerek iç dünyayı, yakın çevresini ve en geniş dairede siyasal düzlemi kendi oyun ve eğlencesi için bir devşirme alanı haline getiren bir başaktör konumuna yükselmektedir. Bu yükselişi de bir takım sebepler üreterek (kişisel bağımlılıklar, ideolojiler, idealler, istek ve arzular, hayaller ve umutlar) gerçekleştirmektedir. Nefsin bu türden sebepler üretmesi, iç ve dış dünyada “dünyevileşme” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeplerin ortadan kaldırılması çok yoğun bir çalışmayı gerektirmektedir. İman safhasında “küfr-ü mutlak”ın bir derece kırılması söz konusu iken; Hayat safhasında nefsin insan benliği üzerindeki sultasının kırılması esas hedeftir.
İmani hakikatlerin öğrenilmesi insanda bir dereceye kadar etkili olmaktadır. “Nefs” bu etkiyi olabildiğince azaltmaya, kırmaya meyletmektedir. Çünkü nefs kendini hür ve müstakil görmektedir. Son 3 asra yakın dönemin özgürlükçü yaklaşımları da bunun yolunu açmakta, nefsi disiplin altına almaya çalışan kutsal bilgi ise ayıplanmaktadır. Bu kınayıcı yaklaşımın getirdiği zorluklara ilave olarak, iman hakikatlerinin akli ve ilmi delillerle ispatı sürecinde nefsin kişiler üzerindeki hegemonyasının kırılması daha uzun ve daha zorlu bir çabayı da gerektirmektedir.
Birinci Makalemizde Şeriat olgusunun Risale-i Nur’da iki farklı sistematikle ele alındığını belirtmiş; Büyük Şeriat olan Şeriat-ı Kübrayı İlahiyye’nin nedensellik gibi bir takım ilişkiler üzerine inşa edilmiş bir düzen olduğunu ve bunun “tabiat” olarak ortaya çıktığını söylemiştik. Bu şeriat, varlığı kuşatmış olup kendi sistematiği içinde dâhil olan her şeyi kendisine adeta mahkûm kılmaktadır.
Birey olan insanı ve bireylerden müteşekkil olan toplulukları ve nihayetinde toplumu etkisi altına alan ikinci bir şeriat vardır ki, bu şeriat “İtikat ve inançlar, Ahlak kuralları, Adalet (hukuk sistematiği), İbadetler ve Kişisel kabiliyetler (taat, fazilet, ihsan vs)” olarak sayılabilecek hususları içermektedir.
İtikadın ve inancın tecdidinin Birinci Müceddidlik aşamasının konusu olduğunu daha önce izah etmiştik. İkinci tür şeriata ait olan ahlak kuralları, adalet (hukuk sistematiği), İbadetler ve Kişisel kabiliyetler (taat, fazilet, ihsan vs) gibi kavramlar esasında nefsin dizgin altına alınmasına, disipline edilmesine yönelmektedir. Bu hususlar İkinci Müceddidlik Döneminin konusunu teşkil etmektedir. Hukuk meselesi “kişinin hak, sorumluluk ve sınırlarını bilmesi” düzeyine kadar bu döneme dâhil edilmelidir. Zira İkinci tür şeriatın altbaşlıklarından olan Hukuk Düzeni hem adli yapıyı hem de siyasal yapıyı da içermektedir.
İkinci Müceddidlik döneminin konuları ve sınırları iman ve inanç esaslarının öğretilmesi haricindeki tüm kişisel hususları (ahlak kuralları, İbadetler ve Kişisel kabiliyetler (taat, fazilet, ihsan vs)) içermektedir ve genel geçer kural üretemeyen tüm küçük insan guruplarını içine almaktadır. Bu manada gerek kişinin gerekse topluma nazaran daha küçük yapılar olan kümelenmiş küçük insan guruplarının (birey, aile, cemaat, tarikat, vakıf, dernek vs.) ıslahı “nefs” odağında buluşmaktadır. Toplum hayatı bunlarda oluşan, içe ve dışa yönelen ilişkilerden teşekkül etmektedir.
İnsanın nefsiyle ve topluluklarla olan ilişkileri modern dönemde seküler bir zihniyetle yeniden tanımlanmıştır. Hayat safhasının ve İkinci Müceddidin önünde duran problem de bu seküler zihniyetin aşılmasıdır.
Seküler yaklaşım en çok kişiler arasındaki sıhriyeti etkilemiş; insanı insana, kişiyi de ontolojisine yabancılaştırmıştır. Yabancılaşmış (vahşet içinde kalmış) insanın hem kendini hem de öteki olan’ı tekrar tanıması gerekmektedir. Sekülerleşmenin tersine çevrilmesinin en önemli anahtarından birisi sıhriyetin (ruhsal yakınlık, familiarity) sağlanması yani “kişiler arasındaki emniyetin tesisi” meselesidir. Bu “güven”in temelinde herhangi bir maddi menfaatin değil, dindarlık hissinin yatması sağlanmalıdır. Hâlbuki modern dönemde emniyet bir “asayiş ve zabtiye meselesi” haline gelmiş, anlamı daralmış ve bu anlayış “veri, istatistik, özgürlük, çoğunluk, kanun ve kamu otoritesi”nden oluşan mekanik bir (laik) siyasal yapıdan başka bir şey ortaya çıkaramaz hale gelmiştir.
Sekülerleşme, Hayat aşamasının en önemli sorunsalı olmakla birlikte bu problemin en kritik düzlemi doğumdan 15-16 yaşına kadar süren temel eğitim olmaktadır. Sabah okula gönderdiğimiz çocuğun zihnine pompalanan profan bilgi akşam kutsala karşı oluşan bir soru işareti olarak çocuğumuzun sözlerine ve davranışlarına yansımaktadır. Eğitim vasıtasıyla dinin otoritesi, bireyin özgürlüğü lehinde yıkılmakta ve bireyin önünde kanun kuvveti ile nefsi arasında bir tür denge oluşmasını sağlamaktan başka bir sınır kalmamaktadır. Toplumsal hayat böylece insanların özgürlük alanlarının dengelenmesinden başka bir fonksiyonu olmayan ve piyasa vasıtasıyla canlıymış gibi gözüken mekanize bir biçim almaktadır.
Doğduğu andan itibaren varlık sorunsalına ve insani ve toplumsal vazifelere atıf yaparak bireyi konumlandıran dinin yerine; sadece kendisine yönelmesine yol açan ve toplumsal vazifelerini çıkar ilişkisine dayandıran sekülarist yaklaşımın alması topluma dayanak olan bağları (hürmeti) öldürmekte, aile gibi kurumları etkisizleştirmekte, eşdeğer olarak hem hukuka hem de güvene dayalı insan ilişkileri üretmek yerine sadece kanuna dayalı ve onunla sınırlı ilişkiler düzlemi ortaya çıkarmaktadır.
“İhtiyaç” tarifinin değişmesi sekülerleşmenin bir başka ayağını oluşturmaktadır. Birbirini yutmakla beslenen unsurlardan oluşan modern iktsadi yapı her halde ve her durumda kâr etmeyi, büyümeyi öngörmektedir. Bu sürgit, bireylerin sürekli olarak tüketime yönlendirilmesiyle mümkün olmaktadır. Dini, milli, insani ne varsa kâr hırsına kurban edilebilmektedir. İnsanın dış dünyada maruz kaldığı bu saldırgan tutumun iç dünyasında nefsinin istekleri ve beklentileriyle örtüştüğü derecede dünyevileşmesi artmaktadır. Kişisel gelişimin sadece maddi alana hasredilmesinin önünün kesilmesi için kanaat ahlakı, yardımlaşma ahlakı gibi manevi bakımla gerçekleşecek kazanımların aile, mahalle, cemaat, tarikat gibi guruplar içerisinde işlevsel hale gelmesi, hayat aşamasının göstergeleri olarak karşımıza çıkacaktır.
Bediüzzaman Hazretleri kendi hareket tarzını (tarikını) ifade ederken “Acz, Fakr, Şefkat ve Tefekkür” olarak dört esası saymaktadır. Bu sistematikte “Acz ve Fakr” kavramları insan nefsinin ıslahına, “Şefkat” kavramı kişiler arası ilişkilerin anlam kazandığı toplumsal düzenin ıslahına, “Tefekkür” kavramı da insanın dünya ile kurduğu bağın ıslahına yönelmektedir. Bütün bu kavramlar zincirleme etkileşimlerle hayat-ı içtimaiye ve şeriat’a tesir etmektedir. İçtimai hayat değiştikçe; bu değişim, çok karmaşık düzlemler olan ve çoğunlukla kaotik sıçramalar ve değişimlerle şekillenen “siyasal düzlemlere, devletlerarası ilişkilere, küresel ekonomik yapılar”a tesir edecek; tabiatıyla Üçüncü Mücedditlik döneminin/aşamasının nesnesi olan hukuk-u âmme ve siyaset de müsbet manada dönüşüme uğrayacaktır.
Küfrü Mutlak’ın bir derece kırılabilmesi, Modern yaklaşımın eleştirilmesini de mümkün kılmıştır. Bu eleştirel düzlemin oluşmaya başlaması ile kişinin, topluluğun, toplumun, ümmetin ve insanlığın bir tecdid tarzına ve tecdid düzeyine konu olması kaçınılmaz olmaktadır. Terazinin ağır olan kısmının hafiflemesi ve diğer kefenin yükselmesi yoğun çabalara ve üç farklı düzlemde (Birey, Toplum ve siyasa) ve üç farklı esasa (İman, Hayat ve Şeriat) dayalı yapılacak olan çalışmalarla mümkün olacaktır.
Tecdidin ikinci dönemi (Hayat Devresi) esasında en uzun dönem olacak ve uzun soluklu çalışmalarla şekillenebilecektir. Gayr-i imani ve gayr-i insani olanın eleştirisine dayalı olarak entelektüel seviyede üretilecek telif eserlere bina edilen hizmet stratejileri bu dönemin temel unsurlarıdır. Yeterli akademisyenin olması bu aşamada yetmemekte; özgün çalışmalara ve özgün telif eserlere ihtiyaç duyulmaktadır. Üretilen ham bilginin toplumla buluşması felsefi çalışmalarla mümkün olmaktadır. Gayr-i imani ve gayr-i insani olanın felsefi arkaplanının çözümlenmesi ve imani hususlarla telif edilmesi ikinci mücedditlik döneminin en belirgin özelliği olmaktadır.
Şunu tekrar hatırlatmakta fayda vardır: Bu dönemler, birbiri ardı sıra gelecek olan, biri bitince diğeri başlayacak olan dönemler ve vazifeler olarak anlaşılmamalıdır. Tabandan yukarıya doğru bir tecdid ve ıslah yapılırken, İman Hakikatlerinin ilan ve ispatı en önemli vazife olarak kıyamete kadar sürecektir. Bu hizmet ifa edilirken, aynı zamanda nefsin ıslahı, toplumun ıslahı ve siyasal kurumların ıslahı da bir takım şartların olgunlaşması ve toplumun imani düzeyinin yükselmesine bağlı olarak her alanda ve her düzeyde tecdid faaliyetleri aşamalı olarak devam edecektir. Her üç vazife için çalışanlar aynı zamanda ve mekânda bir ve beraber olabilecekler; fakat yönelinen alanlar her durumda farklı olacaktır.
Bu dönemin merkezinde yer alacak olan en önemli insan topluluğu; özgün ve yetkin bir bilim ve felsefe altyapısı bulunan, “Medresetüzzehra Talebesi”nin özelliklerine sahip, her coğrafyadan ferdi bulunan bir entelijansiyadır. Bu dönemde Risale-i Nur metinlerinin yoğun analizinin yapılması beklenir. Hıristiyanların mutedil kısmı ile ve ırkçı olmayan Musevilerle ortak noktaların paylaşılmaya başlanması, imansızlık cereyanına karşı küresel düzeyde ittifak arayışlarının görünür bir hale gelmesi, yeni ekonomik modellerin aranması ve mevcut ekonomik ve siyasi yapının ciddi ve düzeyli şekilde eleştirisinin yapılmaya başlanması, Postmodern unsurlarla buluşulması, laik ve seküler Modern Hukuk’un dindarlığı dışlayan yapısıyla yüzleşilmesi gibi girişimler bu dönemin tipik faaliyetlerinden olacaktır.