1910’ların sonu, 20’li yılların ise başları… Bu tarihler, Müslüman dünya için, belki en karanlık ve en karamsar zaman dilimlerinden birini oluşturur. Dörtte üçü doğrudan Batılıların sömürgesi haline gelmiş İslâm coğrafyasının kalan kısmı da dolaylı şekilde Batının hâkimiyeti altındadır. Nitekim, sembolik de olsa hilâfeti temsil ediyor oluşuyla bütün mü’minlerin ümmet olarak birliğini temsil eden Osmanlı da, dayatılan ağır bir antlaşmanın mahkûmudur. Kendisine kalmış küçücük toprakların da önemli kısmı da gayrimüslim işgali altındadır. Öyle ki, hilâfet merkezi olarak İstanbul dahi İngilizlerce işgal edilmiş durumdadır.
Böyle bir tarihsel dönemeçte, Bediüzzaman Said Nursî’nin ise, âlem-i İslâm’ın ve Osmanlının bu mukadderatıyla bağlantılı şekilde kendi kişisel dönüşümünü yaşıyor olduğunu görürüz. Eski Said’den Yeni Said’e geçmektedir Bediüzzaman. Bu dönüşümde kritik anahtarlardan biri, ‘sünuhat’tır.
Bu kelime, hem taşıdığı anlam itibarıyla, hem de Bediüzzaman’ın bu dönemde yazmış olduğu bir küçük risale olmak itibarıyla, manidardır. Sünuhat yazarı, aklın daha öne çıktığı ‘Eski Said’den, akıl-kalb bütünlüğünün öne çıktığı ‘Yeni Said’e geçerken yazdığı bu eserinde, ‘ders-i Kur’ân’ ile aklın istimalinden sonra kalbine yerleşen mânâları anlatır. Bir kısmı bir paragraf, hatta bir cümle kadar kısa bahislerden oluşan, ama tabir yerindeyse Yeni Said’in röntgenini bize çıkaran bir risaledir Sünuhat.
Bu küçük eser, Kur’ân’dan alınan dersle hayata, hakikata ve âlem-i İslâm’a ve insanlığa dair tesbitlerle ilerledikten sonra, bizi şaşırtıcı ve sarsıcı bir bölümle yüzyüze getirir: “Rüyada Bir Hitabe.”
Hayatı ve tarihi kaderî bir bakışla okumanın talimi niteliğindedir bu bahis. Bediüzzaman, ‘helâket ve felâket asrının adamı’ olarak, Birinci Dünya Savaşından Osmanlının mağlubiyetle çıkmasının manevî sebepleri üzerine konuşmakta; bunu yaparken, Kur’ânî bir medeniyetin anahatlarını çizmektedir.
Bir helâket ve felâket tablosunun içinden Kur’ânî dersler ve kaderî hikmetler devşiren Bediüzzaman’ın bu rüyası, ‘hacda’ biter ve Bediüzzaman uyanır.
Bir karanlık tablodan geleceğin Kur’ânî medeniyetine dair ümit çıkaran bu rüya neden hacda bitmiştir peki?
Çünkü, milliyetçi şartlanmaların devreye girmesi ve karşılıklı üstünlük iddialarıyla ümmetin önce kalbî, sonra fiilî bütünlüğünün parçalanması gibi bir durumdur ki, âlem-i İslâm’ı bu perişan hale düşürmüştür. İşte bu parçalanmışlığın en aşikâr görüldüğü zemindir hac. Hikmetleri arasında ümmetin ‘tearüfle tevhid-i efkârı’nı ve ‘teavünle teşrik-i mesai’sini içeren ‘siyaset-i âliye-i İslâmiye’ de vardır. Gelin görün ki, mü’minlerin yekdiğerini tanıyıp fikir birliği sağlayacağı, yekdiğeriyle yardımlaşıp emeklerini aynı ortak gayede buluşturup birleştireceği yerde gerçekleşen, bunun tam aksidir. Milliyetçi şartlanmalar yüzünden, mü’minler, iman kardeşlerini ya renginden, ya dilinden, ya milliyetinden, ya doğup büyüdüğü beldeden dolayı kendisinden ayrıştırmış, ötekileşmiş ve hatta düşmanlaştırmış haldedir. Hac dahi, arızalı bir akıl ve hastalıklı bir kalble böyle bir ruh haline kurban edildiği için, ‘milyonlarla İslâm, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etmiş’tir. Rüyanın hacda kesilmesi bu sebeptendir.
Bu tahlili de yaptıktan sonra Bediüzzaman, Osmanlı üzerinden o günün İslâm dünyasına dair bir okuma gerçekleştirir. Ümmet idraki ihmal edilip ‘tavâif-i mülûk’ halet-i ruhiyesiyle herkesin kendi milliyetinin derdine düştüğü bu durumda, sonuç kimin hayrına olmuştur? Osmanlı ölümü kime ne yarar sağlamıştır? Bilakis, işte Hind, işte Tatar, işte Kafkas, işte Arap, işte Afrika, işte bütün âlem-i İslâm, akıllardan başlayıp kalblere sirayet eden ve fiilî bir kopuşu getiren bu ayrışmanın ve ötekileşmenin akabinde toptan ecnebi tahakkümüne maruz haldedir.
Bu hazin ve müessif hali de ortaya koyduktan sonra, yine ümitvar konuşur Bediüzzaman. Sözü, ‘fıtrî meyelân’a getirir. Fıtrî meyelân mukavemetsûzdur; onun karşısında direnmenin imkânı yoktur. Bu fıtrî meyelândır ki, olmazları biiznillah oldurur. Bir avuç su, bu fıtrî meyelan ile, donup katılaştığında koskoca topları ve gülleleri bile parçalar. Yine bu fıtrî meyelan ile, yüreğindeki şefkatın sevkiyle çocuklarını korumak uğruna tavuk camusa, keçi kurda saldırır ve püskürtür.
O halde?
O halde, eğer mü’minler imanlarının fıtrî gereğini ortaya çıkarabilseler, kalblerindeki imanı ve imandan gelen şefkati işletebilseler, bütün bu karanlık tablo pekâlâ tersine dönebilir. Yeter ki, mü’minler onları yekdiğerine yabancı, hatta düşman hale getiren aklî ve kalbî arızaları aşabilsinler; birbirlerinin varlığında var olabilsinler, akıl ve gönül birliği içinde iş ve kader birliği edebilsinler.
Sözün burasında ‘imanın mahiyetindeki harikulâde şehamete, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat’a dikkat çeker Bediüzzaman. İmandan gelen bu cesaret ve yiğitliğin, izzet-i İslâmiyeden gelen bütün dünyaya meydan okuma cesaretinin sonuçları nasıl Bedir’de görüldüyse, Mekke’den hicrete mecbur kalmış bir avuç mü’min ile onlara evlerini açan Medineli bir avuç mü’minin birlikteliğinden nasıl dünya karşılarında bile olsa hakikati bütün dünyaya yayan bir enerji hasıl olabildiyse, aynısı pekâlâ bugün de gerçekleşebilir. Yeter ki, önce kabilelere bölünmüş Mekke’deki mü’minler arasında, sonra Mekkeli Muhacirîn ile Ensar arasında tesis olunan iman kardeşliği aynı hali ve aynı kuvvetiyle bizi de kuşatabilsin: “İmanın mahiyetindeki harikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir.”
Bu Ramazan, bu mânâları düşündükçe, yüreğim pırpır etti sürekli. İmandaki ve İslâm’daki kuvvetin ‘uhuvvet-i İslâmiyenin intibahı’ ile nasıl ortaya çıkabildiğini, nasıl mucizelerini gösterir şekilde kök salıp yayılabildiğini gösteren tecrübeler yaşadık çünkü. Uzak bir diyarda yaşanan bir felâkete, açlık, kıtlık ve kuraklığa karşı rengi de, dili de, milliyeti de farklı mü’minlerin iman kardeşliği ve insanî kardeşlik temelinde sergilediği inisiyatif, mü’minler arasındaki milliyetçi gerilimler aşılıp ümmet idrakine ulaşıldığında neler neler yapılabileceğine, nelerin ve nelerin çözülüp aşılabileceğine dair bir karine sunuyor gözlerimize.
Gelecekten hep ümitliydim. Bu Ramazan daha da ümitvarım. Kendi varlıklarını sürdürmek için mü’minleri birbirine düşman edenlerin fiilî, fikrî ve kalbî sultaları kırılıp, mü’minler kardeş olduklarını daha bir keşfettikçe, daha ne mucizeler göreceğiz kimbilir?
Hayalini kurmak ve rüyasını görmek bile bu kadar inşirah veriyorsa, ya gerçeği nasıl olacak dersiniz?