Kerim bir fıtrat ile teçhiz edilerek arza gönderilen, tearüf (tanışma) ve teavün (yardımlaşma) gibi hikmetler için kabile kabile, taife taife olarak yaratılan insan, dünyada ululuk ve mutluluk arıyor. Allah’a kulluk ile teskin edemediği ululuk ve mutluluk ihtiyacını, dünyevi unsurlara (ırkına) dayanarak tatmin etmeye çalışıyor...
Lisanların ve renklerin farklı olmasını ilahi varlığın ayetleri (delilleri) olarak sayan, bir ayetin diğer bir ayeti red ve inkârına hoş bakmayan, rüchaniyeti (ululuğu) takva denilen ulvi bir hakikatin varlığına bağlayan, kan bağı yerine iman bağını insanlara sunan Kur’an; tefrikayı (ayrılığı) doğuran üstünlük iddialarını “asabiyet-i cahiliye” tabiriyle adlandırıyor...
Tüm ululuk iddialarını ihata ve ifade eden asabiyet illeti; “ben üstünüm, mensubu olduğum herşey üstündür” hissiyatının bir tezahürüdür. Hâlbuki kimin kime, neyin neye üstün olduğu burada değil uhrada anlaşılacaktır. Bu anlamda hangi milliyet adına çıkarsa çıksın asabiyet nidaları hak yoldan sapmayı, ırkına bir nevi tapmayı temsil ediyor...
Ayrışma fikriyatını doğuran ve dayanışma ruhunu tahrip eden asabiyete dair teklifler, Müslümanların ittihadını isteyen, tefrikaya düşmeyiniz emreden, tevhid ve vahdet dini İslam ile hiçbir şekilde telif edilemez.
Kendine verilenlerle övünmek için değil, vereni övmek (hamd) üzere dünyaya gönderilen, üzerinde bulunan her şeyi Kerim Rabbinden ödünç alan insan; ödünç olarak aldıklarını nefsanî övünce medar kılamaz.
İnsanın iradi olarak yaptığı hasenat ile övünmesini dahi hoş görmeyen bir din, kendi tercihine bırakılmamış bir “meziyetle” övünüp insanlara eziyet etmesine hoş bakmaz. Evet, ırkıyla övünmek fazilet nurunu ahiret adına söndürmek demektir.
Herhangi bir ırkı hakir görüp red ve inkâr etmeyi hoş karşılamayan İslam; insanın rüchaniyetini takva denilen ulvi bir şuurun varlığına bağlıyor. İman ve itaatten kaynaklanan, yaratana ve yaratılanlara karşı mesuliyeti en yüksek seviyede duyuran takva; üstünlüğün gayri iradi bağlanılan bağlarla değil, iradi olarak kazanılan kârlarla hâsıl olacağını bildiriyor...
Cehaletten, gaflet ve dalaletten mürekkep bir macun hükmünde olan ve zulüm ve zulmeti tevlid eden asabiyetin “meşru görünümlü” bir benzeri de milliyetçiliktir. İslam ümmeti için zehirli bir nefes, gittikçe yükselen bir ses olan milliyetçilik; dün olduğu gibi bugün de müslümanların ittihad ve vahdetlerini yaralıyor, kalplerini birbirinden soğutup ayırıyor...
Milliyetçilik fikriyatının, Avrupa kâfirleri tarafından İslam ümmeti içine atılan öldürücü bir zehir olduğunu söyleyen Bediüzzaman, ebedi ve daimi İslamiyet milliyetinin; muvakkat ve dağdağalı ırkçılık hissiyatıyla aşılanıp bağlanamayacağını bildiriyor...
Milli rabıtaları dini irtibatın önüne almanın, kan bağlarını iman bağına tercih etmenin beşer tarihinde kanlı neticeleri doğurduğu herkese malumdur. Müslümanların kıblesi Kâbe’yi yıkmak, yerine yeni bir kıble inşa etmek hangi manaya geliyorsa, kalpleri dini kıbleden milli kıblelere çevirmeye kalkışmak da o anlama geliyor...
Elhasıl; medar-ı şeref ve izzetini sadece iman ve İslam ile olduğunu bilen hakiki dindar bir müminin, mütenevvi dillerle, farklı ırk ve renklerle, meşru olmak kaydıyla muhtelif zevklerle bir meselesi olmaz; olamaz!
Ey Müslüman! İslam’a olan aidiyetini ululuk, Rahman’a kulluğunu mutluluk kaynağı görmelisin! İslam’ın zırhı ve kalesi hükmünde olan milliyetini onun yerine geçiremezsin! Irkına yaslanarak ululuk, dünyaya dayanarak mutluluk ararsan, burada ve uhrada pişman olursun...