Ümidimiz yeni yetişen genç Nur talebeleridir

İbrahim Güneş, Risale-i Nur'la nasıl tanıştığını ve sonrasındaki gelişmeleri anlatmıştı

Risale Haber-Haber Merkezi

Ömrünü Kur'an ve iman hizmetine adayan İbrahim Güneş, Risale-i Nur'la nasıl tanıştığını ve sonrasındaki gelişmeleri anlatmıştı. Geçtiğimiz günlerde vefat eden İbrahim Güneş, o günleri 1996 yılındaki Yeni Asya’da “Ümidimiz yeni yetişen genç Nur Talebeleridir” başlığı ile yazmıştı.
 
Fakir bir ailenin çocuğu idim. 1936’da Diyarbakır Çermik’te doğdum. Dokuz yaşında iken babamın ölümünden dolayı herhangi bir tahsil imkânı bulamamıştım. On dört yaşından sonra bir ayakkabıcının yanında çırak olarak çalışıyordum. Namazlı-niyazlı olduğu için takliden ben de namaz kılmaya başladım. Bir gün yatsı namazından çıkarken arkadaşın biri “Caminin yanında bir hücre var, istersen seni de oraya götürelim” dedi. Çıktık, Abdülkadir Ekinci isminde bir hocaefendi ders yapıyordu. Biz ümmî olmamıza rağmen dersin çok tesiri altında kaldık. Böylece gidip gelmemiz başlamış oldu.

1957’de askerlik vazifesi geldi. Kütahya’ya askere gittim. Tugayda da araştırma neticesinde yedinci bölükte Tosyalı çavuş bir arkadaşla, o ranzanın üzerinde ders yapar, ben de dinlerdim.
Dağıtım Kütahya’dan İzmir’e çıktı. İzmir’de de araştırma neticesinde Kemeraltı’nda züccaciye işiyle meşgul olan bir kardeşle tanıştım. Ondan birkaç kitap aldım. Okumam da çat pat falan... Kitaplarımı beni çok seven kurmay binbaşının yakın akrabası bir hacı vardı, onun evine bıraktık. Bir sabah kalktığımızda bölüğü içtima ettiler. “Herkes deposundaki eşyayı çıkarsın” diye talimat verdiler. Eşyaların aranması sonucu, bir şey bulamadılar. Sonradan öğrendik ki, bana Abdülkadir Ekinci’den gelen bir mektupta, “Bütün Nurcu kardeşlerin selâmı var” diye yazılmış. Onun üzerine bölük komutanı bizi mahkemeye vermek için tanıdığım binbaşıyı çağırdı ve mektubu bana gösterdi.

“Mektubu yazan Nurcular değil de, arkadaşların dese daha iyi olmaz mıydı?” dedi. Öylece askerlik bitmiş oldu. Eve geldikten 4-5 gün sonra ihtilâl oldu. Kitaplarımı bıraktığım hacı ile siyasî münakaşa olurdu. Binbaşı “Bu hükümet yıkılacak” diyordu. Atacı amca da “Bu Halk Partisi’nin aldığı oylarla mı bu hükümet yıkılacak?” diye cevap verirdi. O zaman şöyle anlıyoruz ki, asker ihtilâle hazırlık yapıyormuş.

1960 ihtilâlinde her yerde olduğu gibi Çermik’teki cemaati emniyet kuvvetlerince nezarette topladılar. Bunların bir kısmını Diyarbakır’a, bir kısmını da oradan Sivas’a gönderdiler. Bir kısmını da bir ay isbat-ı vücut cezası verdiler. Ben de o isbat-ı vücut kısmına ayrılanlardan idim.

Bunlardan Abdülkadir Ekinci ve Mehmet Kayalar’ı Çanakkale’de mahkemelerin devam etmesi şartı ile cezaevine koydular. O zaman şikâyet edenlerin kimler olduğunu öğrendikten sonra, Abdülkadir Ekinci’ye söyleyip nasıl hareket edeceğimizin usûlünü öğrenmek için ben Çanakkale’ye Mehmet Kayalar Ağabeylere gittim. Abdülkadir Ekinci ile görüştükten sonra “Kardeşim benden onlara selâm söyle, ben kimseyle dargın değilim. Cezaevi camına yakın bir yerde bana bir ezan oku” dedi. Hüzünlü bir ezan okuduktan sonra ben Çanakkale’den ayrıldım. Fakat anladım ki, Abdülkadir Ekinci hakkını helâl etti, ama Risale-i Nur onlara hakkını helâl etmedi. Biri arabanın altında kaldı. Biri cinnet getirip ailesini öldüresiye kadar dövdü. Daha başkaları da cezalarını gördüler.

Bizim hizmetimiz devam etti. 1971 hadiselerinde dersanede kalan bir çocuğun menfî hareketleri yüzünden, bir komşunun şikâyeti üzerine bizi yine yakalayıp Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı’na götürdüler. Bir torbada kitaplarımızı aldılar.

Sıkıyönetimde iki gün kaldıktan sonra tutuksuz olarak mahkememiz devam etti. En son olarak mahkememize rahmetli Bekir Berk Ağabey geldi. Hakim müsbet bir insandı. Dershanede kalan Nuri Kılıç ismindeki bir kardeşe, “Evlâdım evde oturup kitap okuyorsunuz değil mi?” diye sorduğunda, arkadaş, “Hayır medresede okuyorduk” diye cevap verdi. Hakim üç defa sordu, aynı cevabı alınca, mahkemeyi başka bir güne erteledi.

Mahkeme çıkışında, dolmuşa binip, on numaraya gelirken Bekir Ağabey, arkadaşın kulağına bir asıldı, “Keçeli, adam sana evde okuyorsun diyor, sen medresede okuyorum diyorsun.” Sonra 1973 affı neticesinde bizim mahkeme de Ankara 3 nolu Sıkıyönetim mahkemesine intikal etti. Kitapları almaya gittiğimde ben kitaplarımı alırken, kalem dairesinde bir binbaşı geldi. Kalemde çalışanlara “Evlâdım bu kitapları yere mi bırakmıştı?” diye sordu. Onlar da “Hayır kumandanım o sandıkların üzerindeydi” dediler. Kitapların arasından Şuâlar’ı aldı. Ben de “Bunlar yasak değil, niçin alıyorsunuz?” dediğimde, sırtımı sıvazlayarak, “Evlâdım, Hacıbayram’ın oradaki kitapçılarda çok var, git oradan al” dedi. Anladım ki binbaşı bunu okumak için alıyor, bir şey söylemedim.
Daha sonra Çermik’te çok güzel hizmetler oluyordu. 1987’ye kadar çok güzel bir çalışma içerisindeki hizmete devam ettik.

Daha evvel anlatamadığım bir olay şudur: Herhangi bir tahsilim olmadığı halde, bizi vekâleten bir yere müezzin yaptılar. Ondan sonra ilkokul diplomasını imtihana girip aldım. Bir de Kur’ân kursundan bir belge aldım. Böylece bizim vekâletimiz, asıl müezzin olarak devam etti.

Bazen minareye çıktığım zaman, ağladığım günler olurdu. “Belki imtihan açılsa idi bizden daha iyi birisi buraya müezzin olur” derdim. Sonradan anladık ki, Cenâb-ı Hak bu vesile ile Risale-i Nur’a hizmet etmeyi nasip etmiş.

1980 ihtilâlinde bizim Çermik’te olan hizmetimizi çekemeyen sol gruplar müftü ve savcıyı da elde edip, yine bir gece baskınında dershanede bulunan üç imam arkadaşı, bir de Nuri Kılıç, dershanenin gece vakfını yakalayıp sıkıyönetime götürdüler.

Arkadaşlar 21 gün sıkıyönetimde kaldılar. Tabiî bu 21 gün benim için çok sıkıcı oldu. Arkadaşlardan üçü evli, çoluk-çocukları var, biri bekârdı. Bekâr olanın bir sorunu yok. Evli olan arkadaşların her gün evlerine gidip hâl-hatırlarını sorarak kendi evime ne alırsam, diğer üç arkadaşın evine de aynısını götürmek şartı ile, böylece arkadaşlarımın hanımları da hizmetin ne kadar mühim olduğunu anladılar.
Arkadaşlar çıktıktan sonra müftü bunların peşini bırakmadı. Bunları köylere sürgün etmek için harekete geçti. Müftüye, “Niçin böyle yapıyorsun, bunları sıkıyönetime gönderdin?” dediğimde “Siz oraya medrese-i Yusufiye diyorsunuz” demiş, ben de müftünün yüzüne “Bundan sonra ben de seninle uğraşacağım” demiştim. Nihayet müftü de sıkıyönetimi boyladı. Çünkü kendisi okulda okurken birçok hadiseye katılmış, kendisini bir-iki defa komaya soktuklarını öğrendik. Biz bu mücadele içinde iken Cenâb-ı Hak Risale-i Nur’un kerâmeti sayesinde 1981’de bizi görevli olarak Diyanet tarafından hacca gönderdi. Tabi bu hac seferimiz de pek iç açıcı geçmedi. Bazı menfî milliyetçilik düşünceleri hepimizi orada da bırakmadı. Hac dönüşünde yine hizmetin başında devam ettik.

1984’e geldiğimizde yine soruşturmalar yine sürgün beklerken, hatta il müftüsüne gittim, “Her halde bize sürgün yolu var” diye söylediğimde, “İsmin çıkmış nereye gideceksin?” dedi. Risale-i Nur sayesinde yine bizi mükâfatlandırdı. Hacda Bekir Ağabeyi ziyaret etmiştik. Cidde Radyosunda 4 arkadaşla beraber hem kendisi ağladı, hem bizi ağlattı.

1986’ya kadar Çermik’te hizmetin başında devam ettik. 1986’da Cenâb-ı Hak bizi Çermik’ten alıp bir vesile ile Bolu Merkez Borazanlar Camii’ne getirdi. 4 yıl da burada çalıştıktan sonra 1990’da emekli oldum. Şu anda da Bolu Yeni Asya Bürosunda bekçilik yapıyoruz. Ne kadar şükretsek azdır. Yıllarca hizmette bulunduğum anda hiçbir zaman hizmetten bir usangaçlık ve pişmanlık duygusu içinde olmadım. Allah’a binlerce hamdolsun. Ümidimiz yeni yetişen genç Nur Talebeleridir.

Nur Talebeleri Haberleri