Ümit, Bediüzzaman'la ete kemiğe bürünmüş

Risale Akademi'nin düzenlediği, 100. Yılında Hutbe-i Şamiye Işığında İslam Dünyası konulu 1. Arama Konferansı'ndaki Yrd. Doç. Dr. Zübeyir Akçe'nin tebliği

Risale Haber-Haber Merkezi

Risale Akademi'nin düzenlediği, 100. Yılında Hutbe-i Şamiye Işığında İslam Dünyası konulu 1. Arama Konferansı'ndaki Yrd. Doç. Dr. Zübeyir Akçe'nin tebliği...

Bediüzzaman ve Ümit

Bediüzzaman ve ümit denilince aklıma merhum Necip Fazıl’ın Canım İstanbul şiirindeki:
 
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar
 
İfadesine bir nazire yaparak Bediüzzaman için şöyle demek istiyorum;
 
Ruhunu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu “ümit” diye toprağa kondurmuşlar.
 
Evet, Bediüzzaman demek; ümidin ete kemiğe büründüğü şahsiyet, “lâ taknetû min rahmetillah” ayetine azami bir mazhariyet ve parlak bir ayine olmak demektir. 
 
Ali Ulvi Kurucu, Bediüzzaman’ın ümitvar oluşunun başka bir şekildeki ifadesi olan azim ve kararlığı ile ilgili olarak şunları kaydeder: “Yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerce engeli bir yıldırım süratiyle aşan ve peygamberlerin varisi olan bir âlim olduğunu amelî bir sûrette ispat eden bir zattır… Rabbim, o ne muazzam iman, o ne bitmez ve tükenmez sabır, o ne çelikten irâde; hayal ve hâtıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tâzib ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!” (Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1986, s. 2112)
 
Bediüzzaman ilk gençlik döneminde Doğubayazıt, Siirt, Tillo, Cizre, Mardin. Van, Selanik İnebolu, Batum ve Tiflis’i gezmiş, devlet yönetimine ilişkin olarak, teorik ideolojik tartışmaların yoğun olarak yapıldığı ve siyasi hareketliliğin zirvede olduğu II. Meşrutiyet yıllarında İstanbul’da bulunmuştur.1910 yılında tekrar Van’a dönerek Şark aşiretlerine meşrutiyeti anlatmış, Kâbe’ye varma düşüncesi ile Diyarbakır, Urfa, Birecik, Kilis, Halep yolu ile Şam’a varmıştır.
 
Uğradığı bu yerlerde hem meşrutiyet ile ilgili fikirlerini anlatmış, hem de teşhis-i illete yardımcı olabilecek bilgileri toplamıştır. Bu seyahatlerin neticesinde elde ettiği bilgilerin ışığında Şam Emevî Camii’nde verdiği hutbede beşerin sosyal hayatının medresesinde ders aldığını beyan ediyor. Bu dersten, ecnebilerin yani Avrupalıların maddi yönden ileri gitmeleriyle birlikte bizi ortaçağda bıraktıran ve durduran altı tane hastalık olduğunu söylüyor.
 
Bu hastalıkları konunun bütünlüğü bozulmasın diye aynen iktibas ediyorum:
 
“Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi,
Üçüncüsü: Adavete muhabbet,
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek.
Beşincisi: çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdad.
Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyyesine himmeti hasretmek.” (R.N.K. 1961-62)
 
Hutbe-i Şamiye’de üzerinde en fazla durulan konu ümitsizliktir. Bunun çaresi olarak da, ilahi rahmetten ümidini kesmemek anlamına gelen “el-emel”i gösterir. Bu konu o kadar önemsenmektedir ki, hutbenin yarısından fazlasını teşkil etmiştir.
 
Bediüzzaman’ın tespitlerine göre geri kalmışlığın ve felaketlerin en önemli müsebbibi ümitsizliktir. Ümitsiz insan, ruhu çıkmış ceset gibidir. Türkçe’de kolu kanadı kırılmış diye bir tabir vardır. Arkasında yılanın olduğunu gören veya hisseden kuşun kolu kanadı kırılır ve yılana yem olur. Hâlbuki kuşun uçmak gibi bir avantajı ve yılanın sürünmek gibi bir dezavantajı vardır. Buna rağmen ümitsizlik ve korku belası kuşu yem olmaktan kurtaramıyor.
 
 Fabllarda, kedinin miyavlamasını duyup korkusundan tavan arasından yere düşen farenin hikâyesi anlatılır. Ümitsizlik damarlardaki kanın çekilmesi gibi “mevt-i müteharrik” bir haleti yaşatır insana. Savaşın neden kaybedildiğini soran padişaha komutan, “savaşın yüz tane kaybedilme nedeni vardır” der ve saymaya başlar. “Biiir: Barut yoktu”, daha saymaya devam edecekti ki padişah, “daha gerisini saymaya gerek yok” diye komutanı durdurmuş. Evet, ümidi olmayan fert veya milletlere barutu bitmiş nazarıyla bakabiliriz.
 
Bu nedenle Bediüzzaman’a göre ye’is, her kemalin, önündeki en büyük engeldir. (R.N.K. 1930) “Yeis (ümitsizlik) en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm'ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda (batıda) bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta (doğuda) yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke (sömürge) hükmüne getirmiştir. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış, az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me'yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslüman’ı kendilerine esir etmiştir. 
 
Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu (gevşekliğini) kendi tembelliğine özür zannedip "neme lâzım" der, "herkes benim gibi berbaddır" diye şehamet-i imaniyeyi (imandan gelen kahramanlığı) terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.
 
Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin” (ayetinin)   kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız. ‘Bir şeyin tamamı elde edilmezse tamamı da terk edilmez’ hadîsinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah. (R.N.K. 1967)
 
Yeis; ümmetlerin, milletlerin "seretan" (kanser) denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve “Kulumun güzel düşünceleri ile ona (güzel) muamele ederim” (kudsî hadisinin) hakikatına muhaliftir. Korkak, aşağı ve âcizlerin şe'nidir,  bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni (işi) değildir.” (R.N.K. 1967)
 
 Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşmek imani bir problemi de beraberinde getirir.  Kur’an’da şöyle buyrulur: “…Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kâfir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Yusuf, 87)
 
Alem-i İslâm’daki ye’isten ciğeri yanan Bediüzzaman’ın çağdaşı ve arkadaşı Mehmet Akif bu ümitsizlik halini şöyle tasvir eder:
 
Yeis öyle bir bataktır ki düşersen boğulursun.
Azmine sarıl sımsıkı, bak ne olursun!
Yaşayanlar hep ümitle yaşar,
Me’yus olan, ruhunu vicdanını bağlar.

Ey dipdiri meyyit iki el bir baş içindir.
El de senin baş ta senindir.
Kurtarmaya azmin niçin böyle süreksiz,
Sen mi yoksa ümidin mi yüreksiz.
xxxxxxxxx
 
Cebanet, meskenet, dünyada sığmaz ruhu İslâma
Kitabullahı işhad eyledim –gördüm ya- dâvâma.

xxxxxxxxx

Ey şark! Ey ebedi meskenet!
Haydi, kımıldanmaya sende bir niyet et.

Korkuyorum, Garbın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin mel’anet.

His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin

İslâm âlemi olarak kurtuluşumuz, her şeyden önce def-i mefasid kabilinden olan ümitsizliği atıp, celb-i menafi’ olan ümidi içimizde yeniden canlandırmaktır. Bu nedenle Bediüzzaman, en ufak bir bulut parçasını rahmet yağmurlarının müjdecisi olarak görür. Her vesile ile Müslümanların maddeten hâkim olacaklarını beyan eder. Onun “Ümitvar olun, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır.” Sözü, dillerde pelesenk olmuş, söylendiği zamandan şimdiye kadar yediden yetmişe herkese ümit aşılamaktadır.
 
Bediüzzaman’ın, istikbalden bu kadar emin olması rastgele kuru bir teselliden ibaret değildir. Müslümanların maddi ve manevi ilerlemede eski kuvvetlerine kavuşacakları ve şimdiki rakiplerini geçecekleri hususunda bir kısım deliller zikreder. Bu delilleri maddi ve manevi olarak iki kısımda ele almaktadır.
 
1.      Manevi cihetteki terakki hususunda ileri sürdüğü gerekçeler şunlardır:
 
İslamiyet Hakka istinat etmektedir. İnsanlığın yaratılışına uygun bir dindir. Hıristiyanlar dinlerinde mutassıb oldukları nisbette geri kalmışlardır. Müslümanlarda ise bu durum bilakistir. Yani Müslümanlar dinlerine bağlı oldukları zamanlarda maddi ve manevi olarak ileri gitmişlerdir. Bu hususa hakiki vukuatı kaydeden tarihi şahit gösterir.
 
Ayrıca muhakeme-i akliye, burhan ve delil ile hiçbir Müslüman’ın kendi dinini bırakıp başka bir dine girdiğine rastlanmamıştır. Gayr-i Müslimlerden ise İslam’a giren çoktur.
 
Ayrıca İslamiyet kendi tabilerine aklın hükümlerini görmezden gelmeyi emretmez. Tam aksine ferdin, muhatab ve mükellef olabilmesi için akıllı olması gerekir. Ku’rân-ı Kerim’in birçok ayeti tefekkürü ve tedebbürü emreder. Akla ve muhakemeye atıfta bulunur. Bu durum tespitinden sonra Bediüzzaman, konuyu şu şekilde Müslümanların terakkisi ile ilişkilendirmektedir:
 
Geçmişin taassup ve taklidinden kurtulacak olan gelecekteki insanlık, hükümlerini akla ve mantığa tespit ettiren İslam’ı kabul edecektir. (R.N.K.1962.) “Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulum ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir” (R.N.K. 107)
 
Başka bir tespitinde ise gelecekte kuvvetin yerini hak, safsatanın yerini ise delilin alacağını şu şekilde beyan etmektedir:
 
“Fennin himmetiyle zaman-ı halde bilcümle (kısmen), istikbalde bitemamiha hükümferma kuvvete bedel hak, safsataya bedel bürhan, tab’a bedel akıl olacaktır.” (R.N.K. 1994) Bediüzzaman’a göre terakki, fenlerin mürşidi, reisi ve pederi durumunda olan İslamiyetin hakkıdır: “İslamiyet, fünunun seyidi, mürşidi ve ulûm-u hakikiyyenin reisi ve pederidir.”  (R.N.K. 1986)
 
 Başka bir yerde İslamiyet ile Hıristiyanlığı karşılaştırırken onların en büyük zaaf noktalarını, akla ve delile ehemmiyet vermeyip ruhbanları taklit etmelerinde görür:
“Nasarayı ve emsalini dalâlete atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmeleridir”  demektedir. (R.N.K. 1995)
 
Bediüzzaman’a göre İslam hakikatlerinin geçmişte dünyaca benimsenmesine engel olan sekiz neden vardı ve bunlar da bertaraf olmuş veya olacaktır. Bunlar sırasıyla:
 

    Ecnebilerin cehli,
    Ecnebilerin vahşetleri,
    Ecnebilerin dinlerindeki taassupları, (Bediüzzaman, yukarıdaki iki engel ile birlikte bu engelin de marifet ve medeniyetin güzellikleri ile birlikte ortadan kalktığını kaydediyor.)
     Papazların, ruhani reislerin tahakkümleri,
    Halkın, onları körü körüne taklidi, (yukarıdaki engel ile birlikte bu engelin de insanlıkta hakikati araştırma eğiliminin başlaması ve hürriyet fikrinin gelişmesi sayesinde ortadan kalkmaya başladığı vurgulanmaktadır. )
    Bizdeki istibdat, (Bizdeki istibdadın tek adam yönetimin geçmişte kalması ile cemaat ve komite yönetimin ileride mutlaka zeval bulmasına olan kesin inanç bu engelin de aşılacağı yönünde kanaat vermektedir.)
    Bizdeki kötü ahlak, (Kötü ahlakın çirkin neticelerinin görülmesi ile birlikte bu engel de aşılmış veya aşılacaktır.)
    Bazı fennî bilgilerin İslam’a muhalif zannedilmesi, (Bazı bilimsel meselelerin dine aykırı gözükmesi meselesi ciddi bir araştırma ve okuma ile bu zannın yanlış olduğu anlaşılacaktır. Bilhassa Risale-i Nurların bu meseleyi hallettiği kaydedilmektedir.)

2.      Bediüzzaman, İslamiyetin istikbalde maddeten dahi hükmedeceğine dair alem-i İslamın şahs-ı manevisinin kalbinde gayet kuvvetli ve kırılmaz “beş kuvvet” in yerleştiğini belirtmektedir. Bunlar sırasıyla:
 
Birincisi: İslamiyet hakikatıdır. Bu hakikat geçmişte yeryüzündeki bütün Müslümanları tek bir nefis haline getirmiş, geçmişte görüldüğü gibi bir dünya medeniyetinin temelidir. Bu potansiyelin kendisini yeniden üretmesi mümkündür.
 
İkincisi: Şiddetli fakr ve ihtiyaç ki bunlar medeniyet ve sanatın hakiki üstadıdır. Bunlar öyle bir kuvvettir ki susmaz ve kırılmaz.
 
Üçüncüsü: “Hürriyet-i şeriyye” dir. Zira bu hürriyet anlayışı insanlardaki ulvi hisleri harekete geçirir, rekabet hislerini uyandırır.
 
Dördüncüsü: Şefkatle donatılmış şehamet-i İslamiyettir. Başkasına haksızlık yapmamak, zalim olmamak ve aynı zamanda zillete de düşmemek, hukukunu korumasını bilmek.
 
Beşincisi: İzzet-i İslamiyyedir ki, i’lâ-i kelimetullahı ilan ediyor. Bu zamanda i’lâ-i kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf tır ve hakiki medeniyet dairesine girmekle mümkündür. Bediüzzaman, eskiden İslamiyet’in terakkisi düşmanın taassubunu parçalamak, inadını kırmak ve tecavüzünü önlemek silahla, kılıçla olduğunu, ancak bundan sonra gelecekte, silah, kılıç yerine hakiki medeniyet ve maddi terakki ve hak ve hakkaniyetin manevi kılıçları düşmanları mağlup edeceğini belirtmektedir.
 
Geçmişte Batı medeniyetinin kötülükleri iyiliklerine galip gelmiş ve insanlığı felakete sürüklemiştir. İstikbalde inşaallah İslamiyet’in kuvvetiyle, medeniyetin güzellikleri baskın çıkacak ve yeryüzünü pisliklerden temizleyerek dünya barışını sağlayacak. (R.N.K. 1962-66)
 
Bediüzzaman, tembellik zindanına düşmemizin nedeni nedir, tarzındaki bir soruya verdiği cevap sadedinde “şevk” unsuruna dikkati çeker:
 
“Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevkise matiyyesidir (bineğidir). İşte himmetiniz (çalışma gayretiniz) şevke binip mübareze-i hayat (hayat mücadelesi) meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedit olan yeis rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı (Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz -Zümer, 53-) kılıncını istimal ediniz.” (R.N.K. 1958.) Demek suretiyle ümitli olmanın Allah’ın emri olduğuna dikkat çekilmektedir.
 
Avrupa’nın maddi yönden ileri gitmesine mukabil bizim geri kalışımızın birçok sebeplerinden birisi de ümitli olma ile doğrudan ilgisi bulunan dayanak noktasıdır.
 
“Evet her bir Hıristiyan, başını kaldırıp, müteselsil ve mütedahil maksatlarından birine el atsa arkasına bakar ki, istinat edecek kuvve-i manevisine daima imdat edip hayat verecek, gayet kavi bir nokta-i istinat görür. Hatta en ağır ve en büyük işlere karşı mübarezeye kendinde kuvvet bulur” der. Bu hususa birçok örnek verdikten sonra sözü şu şekilde bitirir:
 
“Elhasıl onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren ye’stir. Meşhurdur ki birisi demiş: Eğer bir nokta-i istinad bulsam küre-i zemini yerinden oynatırım. (R.N.K. 2053.)
 
Bu husus ile ilgili olarak farklı aşirete mensup iki kişinin ruh halini mukayese eder.
 
“Felekzede, perişan, fakat asîl bir aşiretten bir cesur adamla, talihi yaver, feleği müsait, diğer bir aşiretten bir korkakla bir yerde rast gelirler. Müfahare, münazara başlar.
 
Evvelki adam başını kaldırır, aşiretinin zelil olduğunu görür, izzet-i nefsine yediremez. Başını indirir, nefsine bakar, bir derece ağır görür. Eyvah, o vakit "Neme lâzım, işte ben, işte ef'âlim" gibi şahsiyatla yaralanmış gururu feryada başlar. Veyahut o aşiretten çekilip veya asılsızlık gösterip, başka aşirete intisap eder.
 
İkinci adam başını kaldırdıkça aşiretinin mefahiri gözünü kamaştırır, hiss-i gururunu kabartır. Nefsine bakar, gevşek görür. İşte o vakit, hiss-i fedakârî fikr-i milliyet uyanır! "Aşiretime kurban olayım" der. (R.N.K. 2054)
 
Ümitli olmayı gerektiren başka bir unsur da Allah’ın ibda ve inşa suretinde iki tarzdaki yaratılışının olması keyfiyetidir. Bilhassa “ibda” tarzındaki yaratılışta belli şartların belli sonuçları doğuracağı tarzındaki deterministik yaklaşımı alt üst etmektedir. Ölüden diriyi, kıştan sonra veya kış içinde baharı halk etmek kudretine ağır gelmez.

www.RisaleAkademi.com

Analiz Haberleri