“duydunuz mu geçmişler bir yetimin ırzına
suçlular hesabını verecektir elbette
bizim soracağımız daha genel bir soru
ırzına geçilmedik ne kaldı bu memlekette”1
Ünlü Fransız düşünür Descartes’ın; “Düşünüyorum, o halde varım.” hayat felsefesinin, iki binli yıllarda “eğleniyorum, o halde varolabilirim.” mantığına dönüş¬tüğü günümüzde, yarınsız ve hayatın bütün kesafetini sırtında taşıyan, umudun hepten tükendiği bir toplum peydâ oldu sanki.
Her tarafa karanlık sis bulutlarının hakim olduğu günümüzde şairin dediği gibi; “ırzına geçilmedik ne kaldı bu memlekette?” Yıllar yılları, okumalar okumaları, hayatta edinilen tecrübeler tecrübeleri kovaladı, durdu ve tarih gelip böyle talihsiz bir kırılma anına dayandı. Hüzün bulutlarının her tarafı kuşattığı bu demi, “fırtına öncesi sesizlik” olarak niteleyenler de yok değil.
Sorumluluk duygusunu yitirince insan, ümitsizlik de azgın kanser hücreleri gibi toplum bünyesine yayılır kendiliğinden. Bu da sorumsuz insanın dünyasını, umutsuzluk iksiriyle tamamen karartır.
Umudu tükenmiş bir toplumun kurtuluş çığlıkları ise, güneşte mum ışığı yakmaya benzer. Öyle ya: “Bir insanda hem sorumluluk, hem de umutsuzluk bulunmaz.”2
Sorumluluk, dağların bile yüklenmekten çekindiği ağır ve aynı zamanda kutsal bir emanettir. Sorumluluğu sırtından atan insan; nankörleşmiş, umutsuzlukla illetleşmiş ve felaketin eşiğine gelmiş demektir.
Yaşamın bütün uğursuzluklarına rağmen umudu yitirmeyen, güçlü umut istenceleriyle dolu, Afrika’da kırk yıllık yaşam öyküsünü dillendiren Afrikalı Leo’nun: “Tanrıya beni uğursuzluktan koruması için dua etmiyorum, umutsuzluktan koruması için dua ediyorum.”3. Duasına hep bir ağızdan “amin” demeye ne kadar da ihtiyaç hisseder bir durumdayız. Amin Maalouf’un kalemiyle Afrika sahralarında şekillenen bu umut; azim, irade ve sabrın meyvesi olsa gerek.
Her gün, yeni bir umuttur çaresizlik okyanusunda.
Her ateşböceği, bir güneştir gecenin zifiri karanlığında.
Ve her yenilgi, yeni bir zaferdir hayat serüveninde.
Fakirin ekmek kapısı olan umudu da yitirince insan, hayat silikleşir, mücadele de kendiliğinden söner. Vücut, kansere yakalanmış gibi her geçen gün direncini yitirir. Arsız kanser hücreleri, sarar umudun dört bir yanını. Bundan sonra, bir zelzele gibi sarsılan toplum bünyesinde hadiseler, kaçınılmaz bir kader halini alır.
Umutsuzluğu her kabul ediş, daha büyüğünü doğurur şüphesiz.
Cehalet okumakla aşılabilir; geri kalmak çalışıp, çabalamakla yenilebilir; adam yok, yetiştirirsin günün birinde meydana çıkabilir; paran yok kazanırsın.
Velhasıl her şeyin bir çaresini bulmak mümkün. Fakat insan bir kere bozuldu mu, umudunu kaybetti mi; işte bunun çaresini bulmak çok güç. Yılların emeği, alın teri umutsuzluk tümörüyle silinip süpürülür. Köklerini yitiren ağaç gibi, kuruyup odunlaşmaya mahkum olur insan.
Umutsuzluk; öldürmeden kıvratan kadehin dibindeki kalıcı iksir gibidir bir başka açıdan.
Aşk da, öldürücü zehrini bu acı iksirden alır zaman zaman.
Muhayyilemizde bukalemunlaşan umutsuzluğun bu acı iksiri, Ahmet Altan’ın “Kılıç Yarası Gibi” romanındaki Hikmet Bey’in çabuk sönen mumları gibi kısa ömürlü, Hamlet’in kulağına, cinayet işlemeye teşvik edasıyla fısıldayan hayalet kadar şeytanidir. Oysa umut; baharın ilk ışıltılarıyla filizlenmeye başlayan tohum gibi köklü, Romeo ve Jüliet’in aşkı kadar hakikidir.
Bu gerçeklik karşısında umutsuzluk, tıpkı güneşle inatlaşan göz gibi körleşmeye mahkumdur.
Hayatımız çabuk sönen mumlara dönüşmüşse, umutsuzluk bir karabasan gibi çevremizi kuşatmışsa; unutmayalım ki, bunun müsebbibi biziz. Kendi ellerimizle, kendi hayatımızın sahte mumlarını ürettik. Ve hafif bir esmede sönüverdik. Sönüklüğümüz her tarafı kara bir yasa boğdu.
Zayıf ışık huzmeleri tek kurtuluşumuz oldu, denize düşenin yılana sarılması gibi. Kendi hayatımız, kendi ellerimizle karartıldı. Padişahın hafiyelerine gereksinim kalmadı artık, çünkü her birimiz birer hafiyeye dönüştük bugün.
Umudu yeniden ihya edip, yeniden yeşertmek her erdemli insan için kutsal bir görev oldu günümüzde.
Umut bahçıvanları, bekçileri olmak için, yüreğimizi yeniden bilemenin zamanı çoktan geldi.
Onun için “uykuya dalmadan, dalgınlığa kapılmadan umudu yeniden yeşertmeliyiz.”4 Umut tohumunu mümbit yüreklere ekmeli ve süratle yeşertilmesini sağlamalıyız.
Toplumbilimcilerin hâlâ çözemedikleri, ilkel kabilelerin, yaşamın zorluklarına karşı müthiş direnişlerinin kaynağı; o kabileleri yaşama bağlayan umut dolu şahsiyetlerin varlığıdır şüphesiz.
Umut aşılayıcıları olarak da adlandırılabilecek, tarihi bile yanıltan bu umut dolu şahsiyetler; kırılmanın başladığı anda, güçlüye karşı zayıfın yanında güçlü bir balyoz olarak beliriverirler. Tarih bunun canlı örneklerine şahittir.
Mahur Beste eşliğinde umut aşısına kendi yüreklerimizden başlamak en elzem olanıdır.
Unutmamalı ki; kendi yüreklerimize umut aşılamadan, başka yüreklere umut satmak bizi felaketin eşiğine daha da yaklaştırabilir.
İnsanımızı uyandıracak, onurunu yeniden ayağa kal¬dıracak şu istikbal geçidinde en gür seda, yüreklerimizden devşireceğimiz umut tohumlarıyla gerçekleşecektir.
Hatırlatmalı ki; yeniden yeşerecek umut dolu bu cen¬net bahçesinde, ölüm bile başka çehreler takınır.
yeşer ey güzel umut, şu hasut hasmını öldür
hasmından daha güzelsin diye
bak nasıl da sararıp solmuş kederden
öyleyse ey umut, bizi saran havayı nefesinle tütsüle.
Yeryüzünde değişim rüzgarlarının estiği, insanlığın yeniden kendi fıtratına doğru yürümeye başladığı bu hassas mevsimde; umudu, meyvenin içinde erimiş besleyici gıda gibi yüreklerimize sindirmeliyiz. Umudu, yeniden yeşertme yürüyüşünde, bir alpinist olmalı ve o büyük geçitte ilahi buyruğu, yüreğimizin ta ortasına kazımayı ihmal etmemeliyiz.
“Gevşemeyin,üzülmeyin eğer inanıyorsanız; mutlaka üstünsünüzdür.”5
1Ümit Yaşar Oğuzcan
2Saint-Exupery:
3Amin Maalouf
4Susanna Tamaro
5Kur’an-ı Kerim