Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bir koşuşturmadır başlamıştı. Herkes bir yerlere yetişmenin telaşını yaşarken o elleri titreyerek uzattığı madeni yeni liralarla aldığı tren biletine baktı. Sonrada bir hayli yıpranmış yılların yükünü çekmekte yorgun düşmüş bedeniyle özdeştirdiği treni göz ucuyla süzdü. Bastonunu sık sıkıya kavrayarak ilk vagona bindi. Elindeki biletle numaraları karşılaştırırken tanıdık kimse var mı diye de göz ucuyla etrafı süzdü.
Az sonra kravatlı, giyiminde memur olduğu anlaşılan genç geldi. Selam verip yanına oturdu. Oldukça kibardı. Çantasından az önce aldığı üzerinde dumanların tüttüğü insanın elini ısıtan simidi itinayla sarılı kağıttan çıkartı. Tebessümle tam ortasından ikiye bölerek yaşlı ihtiyara uzattı. Birlikte sohbet ederken simidin mi daha tatlı yoksa paylaşmanın mı karar veremediler. Onları trene bindiklerinden bu yana süzen orta yaşlı adamın hayali çok ama çok eskilere gitti. Komşusu açken uyumayan toplumun insanlarına bir şeyler olmuştu. Haylidir özlediği bu tablo orta yaşlı adamı mutlu etmişti. O iki insanın tattıkları simitten daha fazla lezzeti elindeki simidi paylaşan insanların birbirine hiçbir karşılık beklemeden paylaşmalarından almıştı.
Sahi ne oldu bize?
Ne oldu da en küçük hatayı büyütüp karşımızdaki insanın tüm güzel huylarını bir anda göremez olduk
Gözlerimize nasıl bir perde indi?
Kulaklarımız neden güzel seslere hasret kaldı?
Neden insanlar artık birbirlerine güzel sözler söylemeyi unuttu.
Neden, sokakta, caddede gördüğü insanların yüzüne tebessümle bakan ve onları başıyla selamlarken sihirli cümle olan “Günaydın”ı unuttu.
Neden, aynı apartmanda oturup da yıllarca komşusunun ne iş yaptığını, isminin ne olduğunu bilmeyen insan kalabalıkları oluştu?
Nerede o pişirdiği çorbasına komşu hakkını gözetip ilave ederek kapısını çalıp ikram eden insanlar…
Nerede o sokakta rastladığı yetimin başını okşayarak ona bir anne bir baba şefkatiyle gözleriyle okşayıp sarıp sarmalayan insanlar…
Nerede o ihtiyaç sahiplerinin onurunu zedelemeden caminin avlusundaki oyuklara para koyup ihtiyaç sahiplerinin bu ihtiyaçlarını görmesini sağlayan o sehavetli, gönlü ve gözü doymuş zengin insanlar..
Nerede o kazancını fakire götürüp , “ne olursun benim üzerindeki zekat yükünü al. Rabbimin karşısına ben bu yükle nasıl çıkarım” diyen insanlar nereye gittiler?
Kazancını, “ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere kıymet verme” anlayışının gereği ahreti için bu dünyada okul, köprü, hastane, çeşme yaptıran dünyada yaşayıp hayat kıblesini ahret yönüne çevirmiş insanlara ne oldu?
Harama bakmayı, haram yemeyi, haram içmeyi dünyada iken bir azap olarak gören kültürün, medeniyetin insanları nerede?
Nerede muhteşem hat sanatları, ebru sanatları ve mimari şahaserler ortaya koyan o necip milletin çocukları…
Bu çetin ve zor soruları kendi dünyamızda hiç sorduk mu?
Ne oldu bu insanlara? Sahi nereye gitti dünyanın gıpta ile baktığı medeniyetlerin üstadı milletin çocuklarına…
Yoksa hepsi beyaz atlarına binip, bizi burada öksüz ve yetim mi bıraktılar?
Sahi o beyaz atlara binip gidenler hiç mi gelmeyecekler, hiç mi geride bıraktığı kardeşlerini hatırlamayacaklar?