1876 yılında Bitlis’in Nurs köyünde dünyaya gelen Said Nursi klasik medrese usulünü çok kısa zamanda bitirmiş, ilminin önemli bir kısmı şahsi çalışmaları ve Kürdistan’daki münazaralara borçludur.
Kürdistan’daki entelektüel canlılık açsından bir bakıma Nursi’ye dar gelmiş ve dönemin ulema ve aydınların merkezi konumunda bulunan İstanbul’a giderek burada bir süre kalmıştır.
Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşamış olan Nursi Mutlakıyet ve Meşrutiyet dönemlerinde, zamanın siyasi, ekonomik ve toplumsal tartışmalarını yakından takip etmiş ve bunlara katkıda bulunmuştur. Bunun gereği ve neticesi hayatının ilk döneminde siyasi ve entelektüel çevrelerle içli dışlı olmuştur ve o dönemdeki eserlerinde sosyal problemlere ağırlık vermiştir.
Nursi bu dönemde yazdığı makalelerde imanla özgürlüğü, İslam’ın ilk dönemleriyle meşruti yönetimler arasında doğrudan bir ilişki kurarak sultan Abdulhamid’in istibdadına karşı çıkmıştır.
Çok partili hayata geçişten sonra Nursi’nin siyasete olan bakışı bir nebze yumuşama göstermiştir. CHP’nin totaliter çizgisine karşı özgürlükler lehine bir karşı ağırlık olarak gördüğü DP’yi destekleyen Nursi, Eski Said dönemindeki meşrutiyet, meclis, anayasa ve meşveret konulu düşüncelerine benzer söylemler üretmiştir.
Nursi, yaşadığı her üç dönemde de din üzerinde siyaset yapmanın tehlikelerine dikkat çekmiş, çoğunluğu müslüman olan bir toplumda İslam’ı sahiplenen ve sembolleştiren bir siyasi hareketin muhtemel zararlarına işaret etmiştir.
Sultan Abdulhamit, din namına devlet ve iktidarı esas alan bir yaklaşımın temsilcisi iken
Nursi, dinin hakikati namına bireyi ve adaleti esas alan bir anlayış ve yaklaşımın temsilcisidir
Nursi’ye göre İslam’da aslolan devlet değil bireydir. Nursi’ye göre devlet eksenli bir siyaset anlayışı, çoğunluğun rahatı, devletin bekası, vatanın selameti adına çok zulümlere fetva verdirir. Buna karşılık Kur’ani adalet, tek bir masumun hayatını ve kanını ‘insanlık nev’inin umumu’ adına dahi heder görmeye ve feda etmeye izin vermemektedir. İlahi adalet fert ile cemaate, şahıs ile tüm insanlığa eşit şekilde bakar. Birey kendi rızasıyla kendi hakkını feda etmediği sürece; onun hakkı devletin, rejimin, cemaatin, toplumun, insanlığın selameti ve bekası adına feda edilemez. Bu anlayışa karşılık Abdulhamit, Muaviye ile başlayan devleti önceleyen yaklaşım ve anlayışın temsilcisi olma yolunu seçmiştir. Politikalarını bu anlayışa göre belirlemiş, sultan olarak devletin bekası onun zihin gündeminin ilk sırasını işgal etmiştir. Üstelik dinin bekasını devletin bekasına bağladığı için, din adına böyle yapmıştır. Hürriyet, adalet, meşveret gibi ölçülerin tatbikini talep etmek ise bu zihniyet mucibince, devleti, dolayısıyla dini tehlikeye atan bir yaklaşım olarak görülmüştür.
Nursi, halkın irade ve rızasına dayalı, adaleti ve hukukun üstünlüğünü tesis eden siyasal sistemlere meşruiyet atfettiği düşüncesindeyim.
Nursi’nin vefatından sonra bilhassa soğuk savaş döneminde İslami hareketler solculuk karşısında milliyetçi-mukaddesatçı düşüncenin savunucusu milli cephe etrafında yerini almışlardır. Kısacası Nurculuğun sağcılaşarak milliyetçileştirilmesi soğuk savaş döneminin bir ürünüdür. Bu milliyetçi-mukaddessatçi çizgi Nurcuların devletle olan ilişkilerini yumuşattığı gibi önemli bir kısmı1980 askeri darbesine ve bunun neticesinde hazırlanan 1982 anayasasına açıktan destek dahi vermişlerdir.
Nursi’nin vefatından hemen sonra derin mihraklar/komiteler Nursi’nin unutturulmasına karar vermiş ve buna uygun politikalarda geliştirmişlerdi. Önce cansız bedenini çalıp daha sonraki dönemlerde onun muhalif kimliğini, ezilenden ve ötekileştirilmiş kişilerden yana göstermiş olduğu tavır ve ileri sürdüğü düşüncelerini yok etmek istediler. Bu komite bu yönlü politikalarında belli bir süre başarılı görünse de Nursi’yi unutturmayı başaramadılar ve inşallah başaramayacaklardır.
Unutturulmak istenen Said Nursi
{{member_name}}
{{formatted_date}}
{{{comment_content}}}
YanıtlaYükleniyor ...
Yükleme hatalı.