Kızım Ayşegül Rüveyda, Urfa Harran Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun oldu. Mezuniyet merasimine gittik. Ailece eski antik tiyatrolara benzer bir mekanda bir yuvarlağın sahneye hakim pozisyonu ile biz de oraya dahil olduk. Öğrenciler yuvarlağın sahne ile kesişen noktalarına dizilmişler, geleceğin doktorları tahminen yüz elli kişi. Yuvarlağın ön sıralarında üniversitenin hocaları sahneye nazır oturmuş. Bir sunucu doktorları çağırıyor mutad ifadelerle onlar da ikişer ikişer gelip sahneye bakıyorlar. Sunucu bir öğretim üyesi çağırıyor o da gelip öğrencilerin mezuniyet belgelerini veriyor, el sıkışıp sahneye iniyorlar. Sunucu mutat bir şekilde geleceğin doktorlarına başarılar diliyor diğer doktorları çağırıyor. Türkülerin nakarat mısraı gibi mütemadiyen aynı tekrarlar suskun bir seyirci kitlesi ile sadece seyrediliyor.
Benim kızım mezun olduğu için yetkililerden “ben de konuşayım” diye izin istedim. Bir türlü izin çıkmadı, zaman ipe un sermeler ile geçti. Uzun süre baktım olacak gibi değil sonunda rektöre gittim “tamam konuş” dedi. Urfa meydan muharebesi gibi sahneye çıktım kızım geldi. Urfa gibi dünya coğrafyasının trajik şehirlerinden birinde mezuniyet töreninde bir tane sanat, tarih, tıp konuşan yok. Herkes alışılmış beylik ifadeler ile gelip gidiyor, en son bizim hanım kızımız ile ben sahneye çıktık.
Urfa hakkında konuştum. Havası, suyu mukaddes insanların nefesleri ile tezyin edilmiş bu şehirde, böyle sanki kimliksiz bir şehirde gibi yapılan merasime canım sıkıldı. Hz. İbrahim gibi peygamberler tarihinin ve üç kitaplı dinin muhteşem şahsının bulunduğu bir şehirde bu kadar sönük bir kutlama ruhuma ağır geldi. Sahnede “Bu mukaddes şehirde Hz. İbrahim’in kadim tarihe kadar uzanan macerası var. Onun nefesleri ile doğar çocuklar, onun nefesleri ve manevi siyanetiyle kabre giderler. Hz. Eyyub’un trajik macerası da bu şehri tezyin eder. Onun yanında beni Hz. İbrahim çağırdı deyip Urfa’ya emanetini teslim etmek için gelen Türk tarihinin büyük mana ve cihad adamı Bediüzzaman’ın rüzgarları da orda esiyor. Bediüzzaman’ın fırtınalı yaşamı orada herkes tarafından biliniyor ve ayakta anılıyor. Bu kadar olağanüstü şahıslar bu ülkeye, bu şehre ve dünyaya hükmetmişler.
Hz. İbrahim bir dinin mühendisi gibi gittiği her yeri Allah bu dinin vaka ve mekan olayları ile donatmış. Firavun’un ateş girdabından Allah ve Cebrail’in muaveneti ile elini, kolunu sallayarak firavuna görünmüş. Firavun küplere binmiş, akılsız ve dangalak. Aklı kesmiyor. Allah’ın denetiminde bir büyük din karakteri kimden korkar. Allah Cebrail’e “kuluma yetiş” demiş o da yetişmiş.
Oradan Kabe’ye gitmiş. Allah, “Eşin Hacer ve oğlunu bırak o susuz tepede ve git” demiş Hz. İbrahim’e. O da eşine söylemiş. Tevekküle bak. “Allah demişse bırak git İbrahim” demiş hanımı. Sonra çocuk susuzluktan ağlamaya başlamış. Anne yedi kere gidip gelip Allah’tan su istemiş. Bir melek, kanadı ile toprağı kazıyormuş. Hz. Hacer su çıkınca kana kana içmiş ve oğluna süt vermiş. Sonra Cebrail ondan sonra olacak olayları anlatmış. “Burası bir vaha olacak Ashab bu sudan içecek.” Ve öyle olmuş. Cenab-ı Nebi (asm) Safa ve Merve arasındaki koşuyu dinin bir ilahi sır olan koşusuna döndürmüş. Hacılar bu mukaddes antremanı tekrar eder dururlar. Kim bilir hacılar yedi defa koşmakla neler kazanıyorlar gidelim de görelim.
Kabeyi yapmış Hz. İbrahim. Allah’ın özel dininin mimarı. “Kabe’yi yap hacılara su dağıt oralara sahip ol” demiş o da öyle yapmış.
Tıptan, doktorluktan bahsettim. Cenap Şahabetttin bir doktor. Elhan-ı Şita’yı yazmış:
Bir beyaz lerze bir dumanlı uçuş
Eşini gaib eden bir kuş gibi kar
Geçen eyyamı nevbaharı arar
Ey kulubun surudı şeydası
Kebuterlerin neşideleri
O baharın bu işte ferdası
Kapladı bir derin sükuta yeri karlar.
Kızım sonra dedi ki, “Baba bir arkadaşım ‘Ayşegül ne kadar duygulandım, ben o şiiri ezbere biliyordum.’ Bir başka arkadaşı “Ayşegül baban şiir okuyunca ben ağlamaya başladım.” Ben konuştukça seyirciler ayağı kalktı birden Urfa Ruhu canlandı.
Şair Nabi, Peygamberimize (asm), Hacca giderken bir adamın ayağını Kabe’ye doğru uzattığını görür, canı sıkılır.
Sakın Terki edepten makam-ı Mustafadır bu
Nazargah-ı ilahidir kuy-ı mahbub-ı Hüdadır bu
Bütün meydan ayağı kalktı bağıranlar, alkışlayanlar. Milletin mizacından habersiz üniversite, her yer böyle.
Sakın Terk-i Edepten (naat) Şiiri ve Hikayesi
Osmanlı Devleti'nin ünlü arif ve şâirlerinden Yusuf Nâbî (rah.), 1678 senesinde bir kafile ile hacc yolculuğuna çıkmıştı. Kafilede Osmanlı Devleti'nin ileri gelen paşaları da vardı. Kafile, Hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber'i ziyaret aşkı Nâbî'yi iyice sardı. Öyle ki vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyuyamadı. Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medine-i Münevvere'ye yaklaştı. Kafilede bulunan Eyüplu Râmi Mehmed Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Rasul-i Kibriya'nın beldesine girerken gördüğü bu manzara Nâbî'ye hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı:
Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!
Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu.
Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergaha,
Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu.
(Günümüz Türkçesi: Edebi terketmekten sakın! Zira burası Allahu Teala'nın Habibinin beldesidir. Burası, Hak Teala'nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa'nın makamıdır. Ey Nâbî, bu dergaha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma. Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.)
Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nâbî'ye dönerek:
- Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye sordu. Yusuf Nâbî:
- Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sese söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! dedi. Paşa:
- Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti. Nâbî sustu, yola devam ettiler.
İşte o muhteşem şiir:
Sakın Terki Edepten
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ'dır bu
Nazargâh-ı İlâhî'dir Makâm-ı Mustafâ'dır bu
Felekde mâh-ı nev Bâbü's-Selâm'ın sîneçâkidir
Bunun kandîlî Cevzâ matla-ı nûr u ziyâdır bu
Habîb-i Kibriyâ'nın hâbgâhıdır fazîletde
Tefevvuk kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdan içti mevcûdât çeşmin tûtiyâdır bu
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır busegâh-ı enbiyâdır bu
Kafile, sabah ezanına yakın Hz. Rasulullah'ın mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî'nin: "Sakın terk-i edepden..." beytiyle başlayan nâtını okuyorlar. Nâbî ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koştular. Nâbî, heyacanla:
- Allah adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin:
- Resûl-i Kibriya (s.a.v.) Efendimiz, bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: "Ümmetimden Nâbî isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın!" buyurdu. Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi. Nâbî, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamayıp ağladı. Göz yaşları içinde müezzine tekrar:
- O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu. Müezzin:
- Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.
***
Mezuniyet merasimi böyle geçti. Hocalar ve arkadaşları Ayşegül’e, “Ayşe baban profesördü de niye bize söylemedin” demişler. O da susmuş.
İşte böyle. Boşuna aşık “Urfalıyam ezelden” dememiş. Hakikaten Urfa’nın mazisi bir tarihi kayıt ile anılacak gibi değil. Söz söyleyen maziye doğru sonsuzluk sigası konuşmuş. Urfa yeni ve düzgün bir şehir olmuş. Ak Partili Belediye başkanı şehri adeta yeniden inşa etmiş. Sokaklar, caddeler sanki İstanbul. Büyük, geniş, iç açıcı. Her tarafta Türk bayrakları, ülkenin bir manevi atlası ve parçası Urfa. Hiçbir yere benzemez, kötü düşünce oralarda dolaşamaz, insanlar doğar doğmaz hidayet elbisesine bürünüyor.