Risale Haber-Haber Merkezi
Hasan Kalyoncu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Özdemir, yüzyıl sonra “Medresetü'z-Zehra” projesinin hâlâ maddî anlamda gerçekleşmeyi beklediğini söyledi.
"Medresetü’z-Zehra’yı tartışırken" başlıklı yorumunda Özdemir, "Üstad Hazretleri 'yüksek bir hakikat' olarak tesmiye ettiği 'Medresetü'z-Zehra'nın tesis edilmesini istikbaldeki talebelerine bir görev olarak emanet etmektedir" dedi.
Prof. Dr. İbrahim Özdemir'in yazısı şöyle:
“Her zerrenin gönlünde bir saray var, fakat kapısını açmadıkça sana kapalı kalır.” Mevlânâ Celaleddin Rûmi
12-14 Ekim 2012 tarihleri arasında, Van Valiliği, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörlüğü, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı Medresetü'z-Zehra Sempozyumu düzenledi. Bilindiği gibi “Medresetü'z-Zehra” projesi Molla Said tarafından Doğu'nun ve İslam dünyasının en büyük düşmanı olarak görülen cehalet ve bunun sebep olduğu fakirlik, yoksulluk, işsizlik, ırkçılık, bölücülük gibi sorunlara bir çözüm alternatifi olarak bundan tam yüz yıl önce tasarlanmış ve dönemin yöneticilerine sunulmuştu. Bu konu yüz yıl sonra tüm detayları ile tartışıldı. Bu bağlamda çeşitli konular ve sorular da gündeme geldi ve cevaplandırılmaya çalışıldı. Burada sormak istediğim soru, yüz yıl önce dağılmakta ve parçalanmakta olan bir imparatorluk bağlamında tasarlanmış bir proje günümüze ne kadar hitap eder? Molla Said'in yüz yıl önceki düşünceleri 21. yüzyılın değişen ve dönüşen dijital dünyasında bize ne kadar yardımcı olabilir? Elbette buna başka sorunlar da eklenebilir.
KANT, BEDİÜZZAMAN VE EĞİTİM FELSEFESİ
Aslında bu ve benzeri sorular sadece Said Nursi için değil, birçok büyük düşünür için de gündeme gelmiş ve sorulmuştur. Sorunun felsefî boyutu yanında sosyolojik ve özellikle de psikolojik boyutunun da olduğunu unutmadan şu şekilde de ifade edebiliriz: Çığır açıcı büyük düşünürlerin modası neden geçmez? Değişik ve farklı zaman dilimlerinde ve bağlamlarda büyük düşünürleri yeniden okumaya, anlamaya ve yorumlamaya neden ihtiyaç duyarız? Bu soru(lar) cevaplandırıldığında Said Nursi ile ilgili yapılan okuma, anlama ve anlamlandırma etkinlikleri de daha iyi anlaşılabilir diye düşünüyorum. Bu sorulara çeşitli cevaplar verilebilir. Bunlardan birisi, bu düşünürlerin çığır açıcı derin bir anlayışa sahip olmaları; bu niteliğiyle de insanlık düşünce ve kültür tarihine büyük katkı yapmalarıdır. Bunun tipik ve anlamlı bir örneği eleştirel felsefenin kurucusu ve aydınlanmanın da babası kabul edilen Alman filozof Immanuel Kant'tır (1724-1804). Kant'ın eleştirel felsefe projesi, felsefenin bütün dallarını-epistemoloji, etik, estetik, tarih felsefesi, hukuk felsefesi, politika felsefesi, felsefî antropoloji, din felsefesi- etkilemiş ve etkilemeye de devam etmektedir. Daha 1865 gibi erken bir dönemde Kant ve Taklitleri adlı eserini yazan Otto Liebman, kitabının her bölümünü şu cümleyle bitirir: “O halde Kant'a geri dönelim.” Zira Kant, “ortaya koyduğu orijinal çözümlerle ve bu çözümlerin yarattığı gerilimlerle daha sonraki kuşaklara, yorumlama imkânı sınırsız bir felsefî miras” bırakmıştır. Kant'ın her dönemde “kendisine dönülen bir filozof” olmasının nedeni tam da budur. Bundan dolayı da Kant'a “yeniden dönüş” bir fetişizmden ziyade, eleştirel felsefeyi kaynaklarından ve sahih olarak anlamayı ve yorumlamayı işaret eder.
Bugün Bediüzzaman Said Nursi'nin çığır açıcı niteliği konusunda –İslami kavramlaştırma ile müceddit bir din âlimi ve hareket adamı olduğundan- neredeyse şüphe edilmemektedir. İslam âleminde düşünceleri etrafında bu kadar büyük ölçüde adeta icma oluşmuş ve kabul görmüş alim ise nadirdir. Kendi ifadesiyle ölümünden 60 küsur yıl sonra “cumhur-u ulema” onun görüşlerinin doğruluğu ve derinliği konusunda adeta hemfikirdir. Diğer önemli bir nokta ise çeşitli dillere tercüme edilen Risale-i Nurlar, farklı coğrafyalarda yaşayan Müslüman nesiller için ortak bir metin haline gelmiştir. Bu niteliğinin altındaki temel etkenlerden birisi, Said Nursi'nin yazdığı Nur Risaleleri ile “çağın vicdanı” olması; içinde yaşadığı çağın genelde dinlere, özelde ise İslam'a ve Müslümanlara yönelttiği tehditlere Kur'an temelli sahih ve olumlu bir cevap vermesidir. Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ın son kitabı “Çağın Vicdanı Bediüzzaman” bunu detaylı olarak ortaya koymaktadır.
Erken bir dönemde bir zamanlar İslam medeniyetine vücut ve renk vermiş medreselerin hayatiyetini ve ruhunu kaybetmesinin elem ve ıstırabını duyan ve çözüm yolları arayan Norşin'li Molla Said'in “Medresetü'z-Zehra” projesini ve eğitim anlayışını böyle bir zeminde ele almak ve değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Bundan dolayı da ona dönüş, onun fikirlerini yeniden tartışma ve anlamaya çalışma bir fetişizm değil, ilim adamlığının gereği ve sorumluluğudur. Said Nursi, daha genç bir Molla iken, 19. asrın sonu ve 20. yüzyılın başında Müslüman toplumların karşı karşıya kaldığı sorunları kavramış ve bu sorunlara çözüm olarak “Medresetü'z-Zehra” modelini görmüştü. Bu fikrini bir ömür boyu kutsal bir emanet gibi zihninde yaşatmıştır. Yakaladığı iki fırsatta bu eğitim projesini “nüveden, kuvveden” “maddeye” dönüştürmek için teşebbüste bulunmuş; ancak zaman ve zemin buna müsaade etmemiştir. Bunda muvaffak olamayınca farklı bir boyut ve anlamda, “Medresetü'z-Zehra” projesini Risale-i Nur “mekteb-i irfanı” olarak tesis etmiştir.
Aslında bu projenin özünü merhum Üstad'ın eğitim anlayışı oluşturmaktadır. “Allah'ın ahsen-i takvim olarak yarattığı; sonsuz ve sınırsız meleke ve kuvvelerle donattığı insandaki bu meleke ve kuvveleri ortaya çıkarma” anlayışı onun eğitim felsefesinin özünü oluşturmaktadır diyebiliriz. Başka bir ifadeyle, onun eğitim anlayışı, insan anlayışına dayanmaktadır. İnsan nedir? Nasıl bir varlıktır? Bu dünyaya gönderilmesindeki maksat(lar) nelerdir? Bu sorulara cevap verilmeden Said Nursi'nin eğitim anlayışını ve bu anlayışın müşahhaslaştırma teşebbüsü olan Medresetü'z-Zehra projesini anlamanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu açıdan bakılınca, onun Molla Said olarak ifade ettiği eğitim anlayışı ile daha sonra Risale-i Nur Külliyatı'nda müşahhaslaştırdığı eğitim anlayışının aynı esaslara dayandığı ve devamlılık içerisinde olduğu görülmektedir. Bunun bir sebebi, bu eğitim anlayışının onun insan anlayışına dayanmasıdır. Görüldüğü gibi “Medresetü'z-Zehra”'nın manevî kimliği Risale-i Nur ile şekillenmiş ve tamamlanmıştır. Bununla beraber, Üstad Hazretleri “yüksek bir hakikat” olarak tesmiye ettiği “Medresetü'z-Zehra”'nın tesis edilmesini istikbaldeki talebelerine bir görev olarak emanet etmektedir.
Sonuç olarak, bir yüzyıl sonra “Medresetü'z-Zehra” projesi hâlâ maddî anlamda gerçekleşmeyi beklemektedir. Bölgede hiçbir yükseköğretim kurumunun olmadığı, geleneksel medreselerin de işlevini yitirdiği ve ruhunu kaybettiği bir bağlamda tasavvur edilen “Medresetü'z-Zehra”, 21. yüzyılda ete-kemiğe bürünüp yeni bir yükseköğretim kurumu olarak ortaya çıkacağı gibi, bölgedeki üniversiteler bir asır önce ortaya atılmış yüzde yüz bu toprakların malı olan bu projeyi dikkate alarak, müfredatlarını yeniden gözden geçirebilirler. Bu üniversitelerimiz ve Molla Said'in samimi, ihlaslı, hamiyetli ve dirayetli takipçileri işbirliği yaparak, hâlâ bölgeyi ve İslam dünyasını tehdit eden başta cehalet ve eğitimsizlik olmak üzere tüm sorunlara çözüm üretecek bir müfredat üzerinde çalışabilir ve geliştirebilirler. Bu üniversiteler yenilenmiş müfredatları ile bölgenin ve ülkemizin kalkınmasını “bilim temelinde” sağlarken, diğer yandan dinî, kültürel ve etnik farklılıklarımızı “zenginlik” olarak kabul ederek; barış, huzur ve refah içerisinde birlikte yaşamının formülünü ve yolunu göstererek bize yol gösterebilirler.