Dördüncü Şua’nın başında başka hiçbir risalenin başında bulunmayan şu ifade vardır: “Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zevk edemez.” Çok zaman düşünmüşümdür acaba Üstada tam tevafuk etmek ne demektir ve nasıl Üstada tevafuk edilebilir?
İkinci Şua’nın birinci meyvesinin sonunda da “Bu birinci meyvenin hakikatine beni sevk ve îsal eden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki:…” diyerek hissini anlatıyor. Fakat başka Risalelerde bunu görmüyoruz. Hakikati bize anlatıyor ama kendisini bu hakikata îsal eden zevkî hissinden bahsetmiyor. Hangi hislerin kendisini bu hakikata taşıdığını anlatmıyor.
Allahu âlem bunda şöyle bir hikmet olabilir ki; bu hakikati anlayabilmek ve iç alemimizde bize ait, yaşanabilir kılmak bu hissiyat ile mümkün oluyor. Yani mesela Birinci Meyve’de anlatılan hakikati içselleştirebilmek için zîşuurlar, bilhassa insanlar ve onlardan da mazlumlar ve musibete giriftar olanların halleri öyle beni yakacak, öyle içime dokunacak ki ruhum feryad ve kalbim vaveyla edecek. Bunlara yazık değil mi? Bunların derdini dinleyen bir sahipleri bir koruyucuları yok mu diye şiddetli bir ihtiyaç içinde insan taharriye başlayacak; başlayacak ki Cenab-ı Hakk’ın her şeye karşı hususî Rububiyyetine kalb ve ruhunda bir pencere açılsın. Yani her şeyin derdini bizzat dinlediğini ve her şeyi ona layık bir tarzda terbiye ettiğini görsün. Her bir zîşuura o zîşuura münasib bir muamelede bulunduğunu görsün.
Dördüncü Şua’da; mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak bu hakikatlar tebarüz etmiş diyor Üstad. Demek o mütenevvi dertler ile dertlenmekten geçiyor bu ulvî hakikatlerin görünmesi. Yani içindeki beka aşkı ile beraber o bekayı söndüren müthiş bir fenayı hissetmek; vücuda olan muhabbetin hemen yanı başında nihayetsiz fakirliği hissetmek; hayata olan iştiyakla beraber hadsiz aczini hissetmek. Üstadımız bu mütenevvi ve derin dertlerinin dermanını ararken Risale-i Nur’un medet verici envarına bakmayıp doğrudan doğruya kalbine bakıp ruhunu aradığını söylüyor. Bundan da anlıyoruz ki bu Dördüncü Şuada yazılan hakikatler Üstada o an yeni lütfediliyor. Kalb ve ruhunun ayinesinde bu hakikatler yeni inkişaf ettiriliyor. Daha önce yazılmamış. Bu hakikatin ilmelyakîn olarak Risalelerde geçtiğini ama aynelyakîn hakikatinin burada olduğunu anlıyoruz ifadelerden. Hatta birinci mertebede zikrettiği, Allah’ın bekası ile kendi mahiyetinin bekaya mazhariyeti hakikatini hakkalyakîn zevk ettiğini zikrediyor.
Madem bu dertler o kadar önemli öyle ise gelin Dördüncü Şuadaki mütenevvi ve derin dertlere kısaca bakalım:
- Ehl-i dünyanın kendisini her şeyden tecrit etmesiyle beş çeşit gurbetler;
- İhtiyarlık zamanında kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklar
- Hadsiz acz ve nihayetsiz fakr
- Müthiş bir fena
- Rikkat-i cinsiye ve şefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz teellümat
- Elleri bağlı, zayıf, hasta bir tek adama orduların taarruz etmesi
- Mağlubiyet
- Vücudum ve mahlukatın vücutları ademe gitmesinin verdiği elim bir endişe
- Ömrüm koşarak gidiyor, ahire yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat altında sönmeye yüz tutmuş
- Mufarakat-ı umumiye hengamı olan harab-ı dünyadan haber veren ahir zaman hadisatı
- Hususi mufarakatı haber veren ihtiyarlık
- Zeval, fena, mevt ve ademin dehşetli bir surette güzel dünyayı ve güzel mahlukatı hırpalaması
Evet detleri sayabildik, ama bu dertlerle tebarüz eden hakikatler saymakla bitmez onlar saymak için uzun bir yazı dizisine ihtiyaç var. Aşk-ı beka arzusu ve muhabbet-i vücudun tatmin edilmesinden başlayıp nihayetinde hüsün, Cemal ve Kemale kadar uzanan harika bir silsile var.
Üstadım, “dert benim, deva Kur’anındır” diyor. Risale-i Nurdaki devalardan tam istifade edebilmek için Üstadınkine benzer dertleri olmalı insanın. Derdimizin olması da biraz şefkatle ilgili. Şefkat insanın ruhunun inbisatıdır. Tek ruh ama müteaddid vücutlar. Tek ruhum var ama mü’min kadreşlerim adedince vücutlarım olur eğer ruhum inbisat ederse. Bunu anneler çok güzel anlar, bir anne sadece kendi evladı için değil tüm evlatlar için acı çeker, ıstırap duyar. Tüm evlatların hayrı için dua eder. Üstadım bir çiçeğin soluşundan acı çektiğini söylüyor. Üstadın ruhu tüm mevcudat kadar inbisat ettiğinden bütün mevcudatın elemi ile elem duyuyor ve bütün mevcudatın saadeti ile de saadetleniyor. Ve her mü’min için bunun mümkün olduğunu söylüyor. Evet Üstadın elemleri çeşit çeşit ve derin ama lezzetleri de çeşit çeşit. Mesela Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamın varlığından aldığı lezzet, hatta bizzat Allah’ın varlığından aldığı lezzet gibi. Elbette bunlar kolay tarif edilebilecek lezzetler değil. Mesela Dördüncü Şua’nın birinci mertebesindeki bu cümleyi dinleyelim :”Çünkü, bir samimi dostun saadetiyle şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Şu halde Baki-i Zülkemalin bekası ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam ve âl ve ashabı olarak, umum sadatım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarım idam-ı ebediden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o şuur-u imani ile hissettim. Ve münasebet, alaka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana in’ikas edip saadetlendirdiğini zevk ettim.” Demek Üstadımızın ahbabı enbiya, evliya ve asfiya ve şefkat vasıtasıyla onların saadetleri ile saadetleniyor. Onlar hangi saadete mazhar olmuşlarsa şefkatte bulunan alaka, uhuvvet ve dostluk sırrıyla Üstad da o saadete mazhar oluyor.
Yolumuzun en büyük dört esasından birisi olan şefkat demek ki bizi bütün mü’minler ile, hatta bütün mevcudat ila bağlıyor. Tüm mevcudatın saadeti ile mesut ve tüm mevcudatın elemi ile müteellim olmamızı sağlıyor. Üstada tevafuk etmek için de üstadın dertlerine benzer dertler edinmek yani Üstadınkine benzer bir şefkatin mazharı olmak gerekiyor. Karşısında, içinde evladının (yani tüm insan evlatlarının) yandığı bir ateşi görüp, insanları o ateşten kurtarmak içi koşmak, ayağına takılan ıvır-zıvır ile meşgul olmamak gerek. Kim bana nasıl bakıyor ne diyor diye düşünecek vakti olmadan çalışmak, çalışmak, çalışmak. Ve gerektiğinde o ateşin içinden çıkarmak için uğraştığı insanın hakaretlerini cana minnet bilmek. Adeta Taif’te taşlanıp da oranın haklı için hayır dua etmek. Evet, Üstadımızın yaşadığı haller buna ne kadar da benziyor değil mi?
Madem durum bu ve madem Risale-i Nur sahabe mesleği o halde gerçekten Nur Talebesi olmak istiyorsam Bilal gibi, üzerimdeki kayaya dayanmam, Sümeyye gibi vücudumun iki parçaya ayrılmasını göze almam, gerektiğinde hicret etme cesaretini göstermem gerek. Fakat Allah’ın bu asrın insanlarına ve Nur talebelerine hususi rahmetidir ki, bu zamana kadar bu hizmeti yapıp da bu kadar az meşakkat çeken olmamış. Evet, bunları göze almak; ama bu kadar ağır eziyetler yok şimdi. Yine de eğer bunları göze alabilirsem kardeşimin kırıcı sözü beni ne kadar incitebilir ki; ben onun beni kesmesini göze almışım. Ağır yüklere talip olmak bizim daha hafiflerini taşımamızı çok kolaylaştırır. Şu an büyük hizmetleri yüklenen fedailere bakınca onların hedef ve hayallerinin, yaptıklarının çok fevkinde olduğunu görüyoruz. Ve o büyük hayali kurmak ile şu an yaptıklarını yapabiliyorlar. Küçük hayaller kurup da büyük işler yapan hiç duymadım. O halde gayemizi, hayalimizi, hedefimizi büyük tutalım. Üstadımız İşarat-ül İ’caz’da diyor: “insanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nispetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.” Öyle ise kıymetin artması, hedefin büyümesi ile oluyor. Allah hayırlı hayallerimizi büyütsün ve peşinden sebatla yürümeyi nasib etsin…
Hasıl-ı kelam; Üstada tevafuk etmek, onunkine benzer dertler edinmek ve onunki gibi hayallere sahip olmak, şefkat mesleğinde azim ve sebatla yürümek gibi manaları taşıyor. Üstada tevafuk edebilmek; onun dertleri ile dertlenip, lezzetleri ile saadetlenebilmek temennisi ile…