Allah için fıkhî meseleleri ortaya koyup, Kur’an ve Sünnetten hüküm çıkaran, mü’minleri Allah rızasına yönelten ve şeriatın uygulamasına hizmet eden ulemanın arasında ihtilaf olmaz. Ancak “muktezay-ı hale mutabık” olarak şartların değişmesi ile libasların değişimi söz konusu olabilir. Zira hastalıklara göre ilaçlar değişir, mizaçlara göre metotlar değişir ve mevsimlere göre elbiseler değişir.
Dinin ahkâmı iki nevidir. Birincisi azimetler, ikincisi ruhsatlar. İman ve amel bakımından güçlü olan, takva ve yaşayış bakımından havas olanlar azimetlerle amel ederler. Ruhsatlarla amel etmeleri câiz olmaz. Avam için ise ruhsatlar yeterlidir, azimete zorlanmazlar. Fukaha içtihatlarında ve fetvalarında avamı günahtan ve azaptan korumak amacı ile ruhsatlarla fetva vererek onların hak ve hidayet üzere şeriat dairesi içinde amel etmelerini ve haramlara düşmemelerini sağlar. Umum ümmet “Cadde-i Kübra” dediğimiz geniş caddede gidebilir. Hususi ve dar caddelere sevk edenler avamı idlal ile yoldan çıkmalarına sebep olabilir. Ruhsatı ancak azimeti yapma gücüne sahip olmayan yapabilir. Anormal ve zor şartlarda ruhsat onun için azimet sayılır.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Bir fikre davet cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. Yoksa davet bidattır, reddedilir” buyurarak cumhur-u ulemanın ittifak ettiği hususların esas olduğunu ifade etmiştir. “Her müstait nefsi için fetva verebilir; ancak teşrî edemez.” Umum insanları kendi dar anlayışına davet edemez. Fetvasını ve içtihadını şeriatın bir kuralı ve kanunu haline getiremez.
Avamın ve dini ahkâmı istinbat konusunda ehil olmayanın anlayışı, ihtisas ehli müçtehitlerin anlayışı yanında toz gibi kalır. Bu durumda hastanın ehil bir doktorun tavsiyesine harfi harfine uymak zorunda olduğu ve hikmetini bilmediği konuda şüphe içinde olmaması gerektiği gibi, avamın da mezhep imamlarına uyması gerekir. Hükmün sebep ve illetlerini anlaması için o konuda yıllarca ilim ve ihtisas yapması gerektiğini idrak etmelidir. Mesela, İmam Şafii’nin “yedi yaşındaki kız çocuğuna dokunmakla abdestin bozulacağı” hükmü Kur’ân-ı kerimin “Kadınlara temasla abdest almanız gerekir” (Nisa, 4:43) ve “Firavun oğulları boğazlıyor ve kadınları sağ bırakıyordu” (Kasas, 28:4) ayetlerine istinat eder. Zira her iki ayette de “Nisa” tabiri kadın demektir ve çocukluk yaşında da ayetin “kadın” demesi kız çocuğuna da dokunmakla abdestin bozulacağını ifade eder. Şafii hazretleri bu hükmü hevasından değil, bilakis ayetlerin semasından çıkarmış ve içtihadını vahy-i ilâhiye istinat ettirmiştir.
Bütün hak mezheplerin imamları hak ve hidayet üzeredirler. Hak bir olmakla beraber şartlara göre hükmü değiştiği için bir hakikat birden fazla hüküm alabilmekte ve her hüküm de hak olabilmektedir. Bediüzzaman bunu bir bardak su misali ile izah eder. “Bir su beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır, şöyle ki: Birisine hastalığının mizacına göre, su ilaçtır, tıbben ona vaciptir. Diğer birine hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birine ne zarardır, ne menfaattir; afiyetle içsin, tıbben ona mubahtır. İşte hak burada taaddüt etti. Sen diyebilir misin ki, ‘Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur!’ İşte bunun gibi ahkâm-ı ilâhiye, mezheplere hikmet-i ilahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir; hem hak olarak değişir ve her biri de hak olur, maslahat olur.” (Sözler, 2004, s.788)
**
İslam bilginleri Kur’an ve Sünnetten ahkâm istinbat etme konusundaki metotları şöyledir:
1. Resulullah’ın (sav) fiilinden ve sözlerinden iki rivayet varsa bunların sonuncusu daha muhkem ve daha râsihtir. Ancak buradan hareketle ‘birincisi nesh olmuştur ve dolayısıyla hükmü tamamen kalkmıştır’ diyemeyiz. Çünkü bu kural umumi ve daimi değildir. Mesela peygamberimizin (sav) başının bir bölümünü mesh etmesi ile kaplama mesh etmesi buna örnek verilebilir. Her ikisi de duruma göre uygulanabilir. Ortada nasih ve mensuh söz konusu olmayınca her ikisi de ihtiyarî olur. Bu durumda dileyen bir kısmını mesheder, doğru olanı yapmış olur, dilerse tamamını mesh eder yine doğru olanı yapmış olur. Ancak mut’a nikâhı gibi peygamberimizin (sav) sonradan yasakladığı bir fiil tamamen nesh olduğu için nikâhın daimiliği üzere hükmedilir ve öncesinde müsaade edilen fiile asla cevaz verilemez. Diğer hususlar buna kıyas edilebilir.
2. Kur’ân-ı Kerimin ahkâmı da “Nasih ve Mensuh” bilinmeden doğru olarak ortaya konulamaz. Nitekim yüce Allah şartların gereği olarak “tabiat-ı beşere yerleşmiş bulunan ve umumen hükümferma olan bir emri birden ref etmek, tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza ettiği için” tedricen kaldırma hikmetine binaen içki ve taaddüd-ü zevcat gibi hususlarda “ehven-i şer” metodunu takip ederek “adalet-i izafiye” ile en vahşi bir suretten hüsn-ü hakikiye geçebilecek bir surete indirmiştir. Bunun için “içkide sizin için hayır da vardır, şer de vardır; ama şerri hayrından fazladır” (Bakara, 2:19) ayetine göre hükmederek “içki içmek haram değildir” veya “içkili iken sadece namaz kılınmaz” (Nisa, 4:43) diye hükmedilemez. Son olarak nazil olan ayete göre hüküm verilir. Son nazil olan ayet ise içkiyi tamamen yasaklamıştır. (Maide, 5:90) Çünkü en son nazil olan ayet Allah’ın istediği son hükümdür ve bu öncekilerin tamamını nesh etmiştir. Önceki ayetlere göre hüküm vermek asla caiz olmaz.
3. İslamiyetin ahkâmı iki kısımdır. Birincisi şeriatın tesis ettiği hükümlerdir ki bunlar “hayr-ı mahz” ve “hüsn-ü hakikidir.” İkincisi ise, şeriat muaddildir; yani gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp, ehven-i şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünkü tabiat-ı beşerde umumen hükümferma olan bir emri birden ref etmek, bir tabiatı beşeri birden kalbetmek icap eder. (Eski Said Dönemi Eserleri, 2009, Münazarat, 287)
Bu kurala binaen şeriat köleliği getirmemiştir. Asırlarca uygulanan esareti ve köleliği kaldırmaya yönelik hükümler vazetmiş ve zaman içinde bütün insanların eşit ve hür olacağı bir yolu açmıştır. Hem dörde kadar evliliği İslamiyet getirmemiş ve emretmemiştir; belki sekiz dokuzdan dörde indirmiştir. Özellikle bu evlilik için kadının haklarını koruyacak öyle şartlar koymuştur ki bunlara uyulduğu zaman hiçbir bahane kalmaz ve kadınların hakları mükemmel koruma altına alınmış olur. Bu duruma “ehven-i şer” denir ki, bir “adalet-i izafiyedir.” Elbette bu kusurlu ve her yönü ile eksik olan dünyamızın her halinde hayr-ı mahz, mutlak hayır olamaz. (Age, 287)
Bu konuya devam edeceğiz…