İnsanlık hızla anlamsızlığın, amaçsızlığın girdaplarına doğru yuvarlanıyor. Özellikle teknoloji, insanları insanlığından çıkaracak şekilde gelişiyor. Artık insan – insan ilişkisi tarihe karışıyor. Bunun yerini insan – makine ilişkisi alıyor. Robotların insanlığı işgal etmesine gerek kalmıyor. İnsanlar, insanlığı robotlaştırıyorlar.
21. yüzyılın daha başında çok hızlı bir şekilde teknoloji insanlığı etkisi altına aldı. Yakın gelecekte durumun çok daha vahim boyutlara ulaşacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. İnsanlığın gidişatı bu yönde iken İslâm âleminde hiçbir gelişme olmaması bir yana İslâm’ın hakikatlerini anlamak ve hayata aktarmaktan da gittikçe uzaklaşıyor İslâm âlemi. Müslüman toplumlarda ekonomik ve siyasal bağımsızlık ve kalkınmanın sağlanması, müslümanların kendi toplumlarında ekonomik ve siyasi hâkimiyeti noktasında gayretler yok değil. Ne var ki bunlar birer sonuçtur. Ancak sosyal ve kültürel alanda İslâm'ın hakikatlerinin hâkimiyetini, insanların fert fert İslâm’ın hakikatlerini benimseyerek bir dünya görüşü inkılabına girmesini amaç edinen gayretler ve çalışmalar neredeyse yok denecek kadar az. Sosyal ve kültürel alanda bağımsız olamadıktan sonra ekonomik ve siyasal bağımsızlığın ve gelişmişliğin nihâi olarak bir anlamı, bir faydası yoktur.
Geçmişinde emperyalist/sömürgeci geleneği olan devletler, sömürge faaliyetleriyle kolay bir şekilde zenginleştiler ve sermaye birikimine sahip oldular. Bu sermaye birikimini teknoloji geliştirmekte kullandılar. Özellikle askeri güce dayalı olan sömürge faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan zenginlikle esas olarak silah teknolojisinin gelişimi amaçlandı ve hâlâ teknoloji geliştirmekte, ‘daha çok öldürücü' silahlar üretmek esastır.
Tamamen materyalist ve seküler zeminlerde geliştirilen teknoloji, hızla tüm dünyayı etkisi altına alırken bir yandan da insanlık, düşünce alanında hızla anlamsızlığın, amaçsızlığın, hiçliğin çıkmazlarına doğru ilerliyor. Sürekli yenisini çıkarmakla geliştirilen teknoloji ve eğlence kültürü ile insanlığın “anlamsızlığı” ve “saçmalığı” hissetmesi engellenerek insanlık gittikçe artan bir ivme ile daha derin buhranlı krizlere doğru sürükleniyor.
Böyle bir vasatta insanlığın geleceği hiç de parlak görünmüyor. Ancak bu teknoloji ve eğlence kültürü içinde yeni nesillerin arasından birileri çıkıp da “Ben niye varım? Bu hayatın anlamı ve amacı nedir?” gibi insanın temel var oluşsal sorularını sormakla İslamiyet’in hakikatleriyle tanışırlarsa buradan bir ümit ışığı doğabilir. Böylelikle İslamiyet’in, insaniyetin temel varlık sorunlarına ve var oluşa dair sorularına tam cevap vermekle insana hayatın anlamını bulmada en doğru rehberliği yaptığı gerçeği gün yüzüne çıkacaktır. Ancak böyle bir gelişmeden önce İslam âleminin entelektüel kesiminin, insanın temel fıtrî yönelimleri hakkında kafalarının berrak olması gerekiyor ki İslâmiyet’in rehberliğiyle İslam âlemine ve insanlığa ufuk açıcı değerler sunabilsinler. Özellikle hürriyet/özgürlük konusunda olması gereken doğru tavrı göstermenin ötesinde İslâmiyet’in öz malı olan gerçek insanî özgürlük konusunda insanlığa önderlik yapmaları gerekiyor.
Meseleyi böylece ele aldığımızda Said Nursî’nin -o dönemde Said-i Kürdî idi- 1908’lerde Osmanlı yönetiminde değişiklik tartışmalarında takındığı tavrın ne kadar yerinde olduğunu görüyoruz. O dönemde Batı'dan gelen hürriyet, eşitlik, adalet gibi temel insanî değerlere Osmanlı aydınlarının ekserisi sahip çıktı. Ancak Osmanlı entelektüel kesiminin neredeyse yüzde 90’ı modern-seküler eğitimden geçmiş asker ya da bürokrat olan seküler zihniyete sahip kişilerdi. İslâmî kesimin entelektüel kısmının büyük çoğunluğu, Batı'dan gelen hürriyet, adalet, eşitlik gibi değerlere Batı kaynaklı olduğu için sahip çıkmaktan kaçınıyordu. Ancak Said-i Kürdî ve onun gibi düşünen İslâmî kesime mensub birkaç entelektüel, seküler aydınların savunduğu hürriyet, eşitlik ve adalete sahip çıktılar. Çünkü meseleyi derinlikli bir şekilde düşündüklerinde gördüler ki hürriyet insanın fıtratında var. Hürriyete karşı olmak, insaniyete ters düşmektir. “Eğer İslâm adına meydana çıkıp da bir de hürriyete sahip çıkmazsam, bu sefer İslâm'ı insanın fıtratına uygun olmayan bir din gibi göstermiş olacağım. Şimdi hürriyeti isteyenler seküler zihniyetli olabilirler ve savundukları hürriyet de Batı’da İslâm ile alakası olmayan zeminlerde geliştirilmiş olabilir. Bunlara rağmen ben biliyorum ki hürriyet İslâmîdir, İslâm'ın öz malıdır. Fertlerin kanaatlerine başvurmak İslâm’ın bir usûlüdür.” Bu şekilde düşünerek 1908 Osmanlı’sında hürriyete sahip çıktılar ve seküler bir zihniyetle hürriyeti savunanları, hürriyete sahip çıkmaları açısından hürriyete sahip çıktıkları sürece desteklediler.
Ayrıca şunu da eklemeyi unutmayalım ki Said-i Kürdî'de hürriyet “şer'iyye”dir, meşrutiyet “meşrûa”dır. Said-i Kürdî seküler bir zeminden gelen hürriyetin tam insanî hürriyet olması için Yaratıcı'nın rehberliğine uygun bir hürriyet ve meşrutiyet (demokrasi) olması gerektiğini belirtiyordu. Böylece hem hürriyeti savunanlara gerçek hürriyetin nasıl olacağını gösteriyordu. Çünkü Yaratıcı’nın rehberliği olmadan insan, insanca hür olmaz. Ancak hayvanî bir hürriyeti elde edebilir. Hem de İslâmî kesimlerin hürriyeti sahiplenebilmesinin önünü açıyordu.
Ancak bugün bile İslâm âleminde genel olarak Said-i Kürdî’nin farkında olduğu gibi bir farkındalık, bir uyanış maalesef yok. Hâlâ hürriyete, demokrasiye sahip çıkmak konusunda zihinler net değil. 1908’lerden bugünlere Batı kaynaklı olan hürriyet ve demokrasi konusunda İslâm âleminde genelde iki tavır öne çıkıyor. Ya hürriyet ve demokrasiyi Batı kaynaklı olduğu için reddediyor. Böyle bir tavrın neticesinde ise fıtratına uygun olduğu için hürriyeti isteyen yeni nesillere, İslâm'ı insan fıtratına uygun olmayan bir dinmiş gibi gösterilmiş olunuyor. Ya da hürriyetin fıtrîliğini gören bir kısım entelektüel de bu sefer her şeyi Batı modernizmine uydurmaya kalkıyorlar. Bunun sonucunda ise İslâm'ı seküler esaslara göre yorumlama hatasına düşüyorlar. Böyle bir vasatta ise ubudiyet hürriyetinin, yani İslâmî hürriyetin, yani tam insanî hürriyetin eğitimini yapan kurumlara, ulemaya, entelektüele pek rastlanmıyor. Hâlbuki İslâm âlemi ve insanlığın ihtiyacı olan da işte bu tam insanî hürriyettir, bu hürriyetin eğitimidir.
Evet, İslâm âleminde kafalar hâlâ net değil. İnsanlık ise anlamsızlığın, hiçliğin bataklığına doğru hızla ilerliyor. İslâm'ın hakikatleriyle ancak insanlığın anlamsızlık, amaçsızlık ve hiçlikten kurtarılması mümkün olur. Bunun yolu ise, Said-i Kürdî ve onun gibi düşünen birkaç kişinin yaptığı gibi, İslâm'ın öz değerlerine nereden ve kimden gelirse gelsin sahip çıkmakla İslâm'ın insaniyet rehberi olduğunu ve insaniyetin ancak İslâmiyet ile kıvamını bulduğunu gerekçeleriyle birlikte göstermekle olur. Maalesef hem İslâm âleminde hem de insanlıkta bu yönde ciddi bir farkındalık, bir uyanış görülmüyor. Elbette istisnalar, mevzi çalışmalar var. Ama istisna ve mevzi.
Böyle bir durumda gayr-ı mü'minlere İslâm anlatılamadığı gibi İslâm âleminde de düşünen, sorgulayan yeni nesillerin önemli bir kısmına da İslâm anlatılamıyor. Özellikle yeni nesiller; geleneksel kültürle fazla törpülenmeyen duygularla sorguladıklarından geleneksel anlayışın savunduğu İslâm ile özgürlük, eşitlik gibi temel insanî değerler arasındaki bağı göremediklerinden İslâm'dan soğumaya başlıyorlar. Sonuçta da geleneksel anlayışı takip edenler, düşünen yeni nesilleri deist olmakla, dinden çıkmakla suçlarken; düşünen yeni nesiller ise geleneksel anlayışı takip edenleri, insanî değerlere sahip çıkmamakla suçluyorlar. Üçüncü bir yol olarak bu kısır döngüden bir çıkışı gösteren yaklaşım, üstte belirttiğimiz Said-i Kürdî’nin 1908’lerde ortaya koyduğu ve hayatı boyunca sürdürdüğü tavırdır. Ne yazık ki doğru olanı temsil eden bu tavır hem azınlıkta olduğundan hem de kasıtlı olarak insanlığın gündemine getirilmiyor.
Hâlbuki İslâm'ın gelişmesinin temelinde tâ ilk dönemden beri hürriyete sahip çıkmak vardır. İslâm, Medine'de hürriyetle, adaletle, köleliği bitirmekle, yönetici ile halkın eşit standartlarda olmasıyla büyük insan kitlelerinin dikkatini çekti ve böylece insanlar akın akın Medine'de bulunan mü’minlerin yönetimine dahil oldular. Yani büyük kitleler, ancak hürriyet, adalet, köleliğin kaldırılması ve yönetici ile halkın eşit standartlarda olmasını gördükleri için mü'minlerin yönetimine katıldılar. Ancak bundan sonradır ki bu geniş kitleler, Sahabe ve Tabiînin tebliğ faaliyetleriyle imanın ve İslâm'ın hakikatlerini öğrenerek benimsediler.
Said-i Kürdî’nin hürriyete sahip çıkmasının temelinde işte böyle bir arka plan vardır. Hürriyet, İslâm'ın öz malıdır. İslâm, ancak hürriyet zemininde gelişir. İnsan, ancak hür olduğunda iman edebilir. İnsan, ancak doğru ile yanlış arasında hür bir şekilde tercih yapmakla mü'min olabilir. İşte böyle hür bir şekilde iman eden insanlar, imanın hakkaniyetinden emin oldukları için gayr-ı müslimlerle, gayr-ı mü'minlerle muhatap olurken gayet rahat olurlar. Çünkü kendi inancı, düşüncesi hakkında emin ve karşısındaki kişiyle konuştuğunda onu ikna edebilecek argümanlara sahip olduğunu bilir. Çünkü kendisi, doğru ile yanlış, iman ile küfür arasında hür bir şekilde tercih yaparken, sorgulamakla doğrunun 'doğru' olduğuna dair argümanları edindiği için imanı/doğruyu seçmiştir. Eğer sorgulaması sonucunda doğrunun/imanın 'doğru olduğuna’ dair argümanları bulamasaydı imanı tercih etmeyecekti. İşte insan, bu şekilde hür olarak tercihte bulunur ve bunun için ancak hür olanlar iman edebilir.
Evet, insanlığın en birinci ihtiyacı olan mesele, hürce varlığın ve hayatın anlamını ve amacını sorgulayan bir anlayıştır. Ancak böyle bir anlayışla İslâm'ın hakikat eğitimine kapı açabiliriz. Yoksa atalardan miras aldığımız dinin emirlerini müslümanların günlük hayatlarında tatbik etmelerinin öğretimini yapan çalışmalarla İslâm'ın hakikat eğitimi yapılamıyor, yapılamaz. Zaten İslâm âlemini uzun yıllar işgal eden sömürgeci devletler de ve onlardan sonra gelen seküler yönetimler de atalardan miras alınan dinin emirlerini, müslümanların günlük hayatlarında tatbik etmeleri amacıyla yapılan dîni kural ve ritüellerin öğretimine -istisnâi aşırı despotik uygulamalar hariç- karşı çıkmamışlardır. Hatta böyle bir öğretim faaliyetlerinden memnun bile kalmışlardır. Çünkü insana, dinin ritüellerini yerine getirerek görevini yapmış olduğunu zannettirmekle insanın gafletinin, uykusunun daha da arttığının farkındadırlar. İşte, insan için en tehlikeli uyuşturma vesilesi budur: Dinin ritüellerini yerine getirmekle görevini yerine getirmiş olduğunu zannetmek.
İnsanlık sürekli yenilenen teknoloji ile ve eğlence kültürü ile hızla hiçliğin uçurumuna yuvarlandığı ve İslâm âleminde hâlâ bir uyanma alâmeti görülmediği bir durumda gelecekten ümitli olmak pek de mümkün görünmüyor. Ancak insanlık büyük bir krize girer de varlığın anlamı, hayatın amacı gibi insanın en temel konularını gündemine alırsa buradan hayırlı bir sonuç çıkabilir. Allah korusun, belki bir Üçüncü Dünya Savaşı ile yeni teknolojilerle üretilen silahlarla yüz milyonlarca kişinin ölümüne sebebiyet verildiğinin görülmesiyle düşünen insanlar çok derin bir krize, bir buhrana girerler. Bunun sonucunda “Ne yaptık, nasıl yaptık da resmen insanlığın sonunu hazırladık? Nasıl oldu da insanlığı robotlaştırdık? Nasıl oldu da bir düğmeye basmakla bütün dünyayı kana bulayan silahları üretebildik?” gibi soruları sorup, buna karşılık “İnsanın var oluşunun amacı nedir? İnsanın bu dünyada işi nedir? Ölümden sonra insanı ne bekliyor?” gibi temelli soruları sormakla İslâm'ın hakikatleriyle tanışırlar. İşte böyle bir sorgulamaya giren insanlar, İslâm'ın hakikatlerini dünyaya tanıtarak insanlığın kurtuluşuna vesile olabilirler. Yoksa insanlık hızla derin bir uçuruma doğru yuvarlanıyor.
* Bu yazı, http://ha-mim.org sitesince organize edilen Münâzarat üzerine yapılan sohbetlerin 05.11.2017 tarihinde yapılmış olan 76. sohbetin özeti olarak hazırlanmıştır. İlgili sohbete şu linkten ulaşabilirsiniz: http://ha-mim.org/kayitlar