İnsanın yaşlandığının bir alâmeti, selam aldığı veya selam gönderdiği tanıdıkların sayısının epeyce artmış olması ise, bir diğeri bununla da bağlantılı olarak, daha fazla ölüm haberi alması olsa gerek…
Nitekim, hayatımın hiçbir diliminde, son yirmi gündeki kadar ölüm haberiyle karşılaştığımı hatırlamıyorum. Sabah, akşam ve gece, şu dünyada ete kemiğe bürünmüş halde gördüğüm, tanıdığım üç kişinin ölüm haberini aldığım bir gün ile başladı bu dönem. Aynı gün biri öğle, diğeri ikindi vakti defnedilen akrabadan iki ismin haberini aldım sonra. Başkalarını da… Ama bana en ağır geleni, bir gün önce hastanede ziyaret ettiğim bir iman kardeşimin ertesi gece ölüm haberini almak oldu.
Hayatı seneler, aylar, günler, saatler, dakikalar suretinde ilerlerken, yolun sonunun ölüm olduğunu düşünemiyor insan. Varsa da, hatırlanmaya değmez derecede çok uzaklarda olduğunu zannediyor. Ama işte gerçek: Hayat ile ölüm arasında çok ince bir ipliğe tutunmuş haldeyiz, bizim kopmaz bir halat zannettiğimiz ömrümüzün her gün bir lifi daha kopuyor ve bizi hayata bağlayan kaç lif kaldığını, son lifin ne zaman kopacağını asla bilmiyoruz.
Sözün kısası, çok uzakta zannettiğimiz ölüm, aslında çok yakınımızda. Hiçbirimiz için, bugünün son günümüz olmayacağının, dahası alıp verdiğimiz bu nefesin son nefesimiz olmayacağının garantisi yok.
Tanıdığım, bildiğim, hayatımın bir şekilde hayatlarına temas ettiği onca ismin ölüm haberini aldığım, dahası ölüm ile hayat arasındaki çizginin aslında ne kadar da ince olduğunu hastanede müşahede ettiğim bu hengâmda, sıklıkla, belki yarına çıkamayacak, yarına çıksa da çıkamayacağı bir yarınla muhakkak karşılaşacak olan nice insanın hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yaptığı yatırımlar aktı gözümün önünden. Para, pul, şöhret, kariyer, makam, nâm, şan, şeref… Bir uçurum kenarından farksız şu dünya hayatında, üç gün daha saltanat sürmek, üç kuruş daha fazla kazanmak, üç gözü daha kendine cezbetmek, üç lokma daha fazla yemek, ve yeni moda heves ve hesapları da dahil edersek, üç tık daha almak, üç rt daha edinmek, üç like arttırmak adına insanların yaptıkları… Hesaplar, hileler, ayak oyunları, adam kandırmacalar, dedikodular, stratejiler, taktikler, siyasetler… Ama çarpanı sıfır hepsinin de. Biriktirdiği ne olursa olsun, ölüm karşısına çıkıp ‘x sıfır’ dediğinde, bir hüsrandan başka birşey kalmıyor insanın elinde. Kabrin öte tarafına ve Rabbin rızasına varamıyorsa herşey boş, hepsi de abes. Ölümle anlamını yitiren hiçbir şey gerçekten de anlamlı değil. Ölüme rağmen anlamını koruyorsa veya ölümle birlikte anlamlı kalabiliyorsa, o şeyin gerçekten anlamı var.
Hadisin haber verdiği üzere, ölümün ağız tadını bozması, lezzetleri tahrip edip acılaştırması da bununla ilgili zaten. Ölüm tadını bozuyorsa, o şey aslında hiç tatlı değil; ölüm lezzetini acılaştırıyorsa, onda tattığımız yapay bir tatlandırıcıdan öte değil. Ölümle birlikte anlamlı, ölümle birlikte değerli, ölümle birlikte hakikatli, ölümle birlikte tatlı kalabiliyorsa, birşey işte ancak o takdirde gerçekten anlamlı, değerli, tatlı ve hakikatli.
Yirmi gün boyu, üst üste gelen ölüm haberleri üzerinden yoğun biçimde yaşadığım ölüme tanıklıklar, hayat tercihleri üzerinde böyle bir muhasebeye sevketti beni.
Gariptir, yarım asır karşıma çıkmayan bir bilgiyle de, bu muhasebe hengâmında karşılaştım. Halife Hz. Ömer, mührüne “Sana vaiz olarak ölüm yeter ey Ömer!” yazdırmış meğer…
Vaiz olarak ölüm kâfi gerçekten.
Yeter ki, kendimizi ölümden muaf veya ecel vaktinden çok uzaklarda görmeyelim…