Lemaat ekseninde duygu çağrışımları(12)
Bilgiyi özümsemenin en önemli kaynağı ve yoludur hadisin de “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır” diye ibadet gibi nitelediği düşünmek. Bilgi sahibi olacak olanın da ortaya konacak eserin de kalitesi bu yolla ancak sağlanabilir.
Bir düşünür, bunu ifade etmek için, “Bir yazar malzemesini doğrudan kendi kafasından, bir başka ifadeyle kendi müşahedelerinden çıkarmadıkça okunmaya değer değildir” diyerek, âlimlerin, yazarların, hatiplerin ve bir şeyleri ifadeye yetkin olanların söyleyeceklerinin kaliteli olabilmesinin ancak düşünme kabiliyetinin azamî derecede kullanılmasına bağlı olduğuna dikkat çekmiştir.
Buna ilişkin birçok şeyleri çağrıştıran Bediüzzaman’ın Lemaat’ta söylediği özgün ve orijinal söz ise son derece güzeldir: “Hakiki mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz; hasbî verir ilmini. Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffa sütünü. Kuş veriyor ferhine lüabâlûd kayyını.” “Mürşid-i âlim” tamlaması Hakikat Çekirdekleri’nde “Âlim-i mürşit” şeklinde kullanılmıştır.
Şunu hemen belirtmek gerekir ki yaşayan, bilgisini özümseyerek içselleştiren, varoluşa taşıyan, işleyen ve onu içinde yoğurarak demleten mürşit âlim var ve yalnızca ansiklopedik bilgiye sahip âlim var. Birincisi bildikleriyle özdeşleşmişse diğeri bilgiye yalnızca temas etmekle yetinmiştir. Bediüzzaman “koyun kuzusuna süt verir” metaforuyla mürşit olan âlimi “kuş” metaforuyla da sıradan âlimi gündeme getirmek istemektedir. Koyun çok değişik otlardan tek bir gıda ve son derece değerli olan sütü yavrularına, hiçbir karşılık beklemeden, büyük bir özveri içinde verir. Süt, gıdaların en güzelidir. Bunu ancak ana gibi cömert ve şefkat duygusuna sahip olan verebilir. Kuş ise aldığı bir besini sindirmeden, kursağından aşağı geçirmeden ve bir işleme tabi tutmadan olduğu gibi yavrusuna yedirir. Elbette sütle kay arasında çok fark var. Mürşit âlim de değişik kaynaklardan aldığı bilgileri iç dünyasında, düşünce imbiklerinden geçirerek ve kendine mal ederek süt kıvamında, koyun uysallık ve cömertliğinde, karşılık beklemeden ihtiyacı olanlara verir. Verirken de ruhuyla ve bütün içtenliğiyle vermesini asla ihmal etmez.
Koyun ve kuşun her biri aslında bir türü temsil eder. Koyun hayvan türleri içinde memeli hayvanları, kuş ise memesiz hayvanları çağrıştırır. İnsanlar da memelilerden sayılarak yavrularını en çok iki yıl süreyle emzirerek gıdaların en iyisini sunarlar. Ne olursa olsun anne sütünün kalitesini yakalayacak bir mama türü henüz bulunmuş değildir ve bulunamaz da.
Yukarıdaki söz değişik açılardan ele alınabilir ve ondan çıkarabileceğimiz değişik dersler olabilir. Mesela; iki tür eğitimden söz edebiliriz. Zaten İslam eğitim tarihinde yıllardan beri devam eden medrese ve tekke eğitim geleneği, hepsi de insanda merkezileşen değişik bakış açılarından kaynaklandığı açıktır. Medrese eğitimi daha çok yatay eğitimi yani afakî eğitimi, tekke eğitimi ise dikey eğitimi yani enfüsî eğitimi temsil eder. İnsan akıldan ibaret değil ki tarih süreci içinde yalnızca medrese eğitimi ile yetinilmiş olsun. Oysa insan başta kalp olmak üzere sayısız duygularla donanmış. Görülmeyen yanı görülen yanından çok daha zengin ve manevî ihtiyaçları maddî ihtiyaçlarından çok daha fazla ve çok daha derin. Haklı olarak bunları tam olarak veremeyen medrese eğitimi yanında bir boşluğu doldurma adına tekke eğitimi de ikame edilmiş.
Bu iki eğitim modeli aslında insanın doğal ihtiyacıdır. Medrese ve tekke bilgisi ya da kültürü, insanın maddî ve manevî yanını doyurmayı amaçlayan iki bilgi ve kültür türü… Fussilet suresinin 53. ayetinde “Biz ayetlerimizi hem âfakta hem kendi nefislerinde (enfüste) onlara göstereceğiz; öyle ki şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun…” diye bir açıdan bu iki tür eğitim modeline işaret edilmektedir. Biri yatay/afakî ve diğeri dikey/enfüsi bilgiye daha çok önem verir. Her ikisi de alınması gereken insanın temel ihtiyacı. Yatay bilgi kâinat boyutluysa dikey bilgi insanın derinine, kalp ve duygularına, bizzat kendisine ilişkin bilgidir. Dikey bilgi kâinatın meyvesi durumunda olan insanın kendisiyle ilgili olduğu için bilginin özüdür. Katkısız bilgidir, yaşanmış, özümsenmiş, düşünce imbiklerinden geçmiş, varoluşa dönüşmüş, özdeşlenilmiş bilgidir. Bu bilgi insanın bizzat kendisiyle ilişkilidir. Bunu sağlayan da enfüsî tefekkürdür. Enfüsî tefekkürün afakî tefekküre göre daha önemli olmasının yanında daha az tehlikeli olması bundan.
Enfüsî türünde tefekkürde ne denli ayrıntıya girilirse o denli iyidir. Ama aynı şeyi afakî tefekkür için söyleyemeyiz; çünkü zihin burada her an dağılma ihtimali ile karşı karşıyadır. Afakî tefekkür sahili olmayan dipsiz denize benzer; uçsuz bucaksız varlıklar içinde insan kendini unutup kaybedebilir ve benliği aradan sıyrılarak baskın çıkabilir. Kur’an da kâinattan örnekler üzerinde dururken insanın özelliklerinden misaller vererek düşüncenin dağılmasını önler. Böylece insana sanat değeri ile birlikte zaafları hatırlatılır. Enfüsî tefekkür insanın kendisini tanıması esasına dayanır ve Allah’ı tanımanın da kısa yoludur. Enfüsî düşünceyi yalnızca vahiyden beslenenler değil aynı zamanda filozoflar da çokça kullanmıştır. Din kaynaklı “Kendini bilen Allah’ı da bilmiştir” sözüne benzer filozoflar da özdeyişler söylemiştir.
Bir anlamda tekke kültürünü çağrıştıran tasavvuf şairi Yunus Emre “İlim ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır” diye bilginin bu dikey, yani enfüsi olanına değinir. Ona göre önemli olan enfüsi bilgidir; insanın gelişimi, bilinmesi, tanınması… İnsanın ruhuyla ve duygularıyla ilgili derinlemesine olan bilgi, bilgilerin en doyurucusu… Tekke bu bilgiye yoğunlaşmaya, bunu elde etmeye çalışmıştır. Bu bilgiye sahip olan âlim mürşittir, koyun gibidir, öğrencilerini süt gibi bir bilgiyle besler. Âlim mürşit, çok değişik bilgi gıdalarını alır; onları özümsedikten sonra tek gıda haline getirir gibi öğrencilerine süt olarak verir. Öğrenciler de bu bilgiyi alırlarken asla yorulmazlar, şüphelere düşmezler; çünkü mürşit olan âlimden aldıkları her şey denenmiştir, çok aşamalardan geçmiştir, yaşanmıştır, inandırıcıdır.
Bilgiden tecrübe edilmiş ve edilmemiş ya da işlenmiş ve işlenmemiş/ham bilgi diye de söz edebiliriz. Medrese daha çok ham bilgiyi, tekke de işlenmiş bilgiyi temsil eder. Başka bir deyişle medrese afakî ve tekke enfüsî bilgiye yoğunlaşır. Aslında ikisi de insanın ihtiyacı; biri birisiz olmaz. Bilgiden yoksun mürşit de duygu derinliği olmayan âlim de eksiktir. Âlim var ve ârif var. Medresedeki âlimler daha çok kaynağa, ansiklopedik bilgiye yoğunlaşırlarken tekkedekiler daha çok içselleşebilen bilgiye aşinadırlar. Medresede bilgi bolluğu var; ama genelde işlenmişlikten, yaşanmışlıktan, özümsenmişlikten uzaktır. Duygudan yoksun tatsız ve tuzsuz... Dikeyliğe yani enfüsiliğe girmeyen… Tekkedeki bilgi insanı dönüştüren, varoluşa götüren, yaşatan, tecrübe ettiren bilgidir. İnsan bu bilgi türü ile sosyal hayatın içinde daha donanımlı, daha faal, daha duyarlı hale gelir.
İşlenmemiş bilgi işlenmiş gibi olabilir mi? Enfüsî bilgi insanı ruhsal yönde geliştirir, insana derinlik kazandırır. Özümsenen bu tür bilginin en karakteristik özelliği de davranışlara yansımasıdır. Tekke bilgisi yani duygu yoğunluklu bilgi, tecrübeyi esas alır; uygulanmayan bilgiye itibar etmez. Dini tecrübe eder, dinin yaşanır olduğunu, yaşanırken ne denli huzur verdiğini ispatlar. Din tecrübedir zaten. Tekke diğer taraftan fedakârlığı, uygulamayı temsil eder. İşte yıllardan beri işlevini yerine getiren bu iki kurum, yani medrese ve tekke iki gıdayı temsil etmiştir: Süt ve kay… Âlim ve ârif…
Uygulamada aşağı yukarı böyle ama biri birisiz olamayacaklarını da vurgulamak gerekir. Kimi insanlar yalnızca süt nitelikli bilgiye ve kimi de kay nitelikli bilgiye daha çok önem verir ya da daha çok yatkındır. Aslında iki bilgi türü de ihtiyaç. Çocuğun da belli bir süreye kadar sütle beslenmesi önemlidir. Ama artık kendi imkânlarıyla beslenme sürecine girdikten sonra diğer gıdaları, belki kendi imkânlarıyla almak durumundadır. Tekkede de öğrenciler belli bir süreye kadar sütle, yani işlenmiş bilgiyle beslenirler. Belli bir tarihten sonra ise kendi imkânlarıyla diğer bilgilerle beslenmek durumundadırlar. Aksine tek yanlı bir yetişmeyle karşı karşıya kalırlar. Taassubun ortaya çıkması böyle olur. İyi bir tekke öğrencisi âlim mürşidinden öğrendiği gibi sonraki hayatında kendi çabalarıyla elde edeceklerini en iyi gıda olan süt haline getirmek zorundadır. Medrese âlimi de manevî yanını doyurmak için dikey eğitimin bir gereği olan duygu bilgisine eğilmesi gereklidir.
Manevî yolculuklarda elde edilen her şey bireyseldir. Mesela mürit, o tecrübeyi bizzat kendisi yaşamalıdır; bildiğini bizzat kendisi tecrübe etmelidir. Mürşit, o yolu tattırır, tanıtır; müride hedef gösterir. O yolun yolcusu, yoluna kendisi gitmelidir; ama sürünerek ama uçarak… Olma yolunda farklılıklar olmasaydı, her yolcunun makamı bir olurdu; oysa yolcular kadar değişik makamlar vardır. İstenilen ideal amaca ulaşanlar ise çok azdır. Herkes dağa tırmanır, ama dağa ancak Musa olanlar çıkar.
Âlim olmayan mürşit kuşu temsil eder elbette. Elde ettiği bilgi kursağından aşağı geçmez, içselleşmez, varoluşa dönüşmez. Bu gibilerde bilginin analiz ve sentez aşamalarından geçtiği çok nadirdir. Henüz işlenmemiş bilgi, kursaktan aşağı geçmeyen kay gibidir.
Bediüzzaman’ın bu sözü, yalnızca ilmi değil mürşitliği yani ârifliği de telkin eder. Yalnızca ilminize güvenmeyin; ilminize mürşitliği, tecrübeyi, yakîn ilmini, tahkiki imanı, yaşamayı ilave edin, der. Bediüzzaman’ı diğer mütefekkirlerden ayıran yan da budur. Duygudan yoksun bilgi noksandır, tatsızdır. Ama buna karşılık ilimsiz mürşitlik de taassubun o soğuk kapılarını açar. Bilgisizlikle bir yere varılmaz. Arif olma elbette âlim olmaktan farklıdır. Âlim, “bildi” anlamında(a.l.m.) kökünden gelmektedir. Ârif, “tanıdı, vakıf oldu, bilincine erişti” anlamında (a.r.f.) kökünden gelerek “örf” de yani yaşanmakta olan şey bu köktendir. Tanımak bilmekten biraz daha ileri bilmektir, sanki yaşayarak, görerek bilmektir. Arif işselleşen, yaşanan, tecrübe edilen, bütünleşen bilgiye, ama âlim daha yüzeysel, daha nazarî, daha ansiklopedik, belki de daha yatay bilgiye sahip. Asıl olan ikisinin de bir insanda olması. Akıl-kalp, medrese-tekke, fen bilimleri-dini bilgilerin birliktelikleri önemlidir. İki kanatlı olmak! Tek kanatla uçulmaz. Ârif, çift kanatlıdır, işlenmiş bilgi adamıdır; tecrübeden geçmiş, özümsenmiş bilgiler dünyasında daha yoğun. İrfanî bilgi, normal bilgiden daha ileri basamaktadır; yani süttür kay değil. Tecrübe edilmiş bilgidir.
Şu kadar var ki irfanî bilgi, kişinin kendi çabası dışında oluşmaz. İrfanî bilgide kişinin çilesi, uğraşı, teri vardır. Bu bilgi birçok aşamalardan geçmelidir; duygularca emilmelidir. Ârifin bilgisi irfanî bilgidir; duygu yönü ağır basan, içselleşmiş, yaşanmış ve denenmiş...
Yine bir düşünür, düşünce açısından yazarlardan söz ederken, onları düşünmeksizin yazanlar, yazarken düşünenler ve yazmaya başlamadan önce düşünenler diye üçe ayırır. Üçüncü grupta olan yazarların yazdıkları ya da söyledikleri kendilerine mal olmuştur; bilgileri kendilerine aittir, başkalarından ödünç alınmamıştır. Bu gruptaki yazarlar durgun bir nehir gibi her an sessizce akarlar. Bilgileri de konuşurken ya da yazarken peş peşe gelir bir çağlayan gibi. Onlar zihinleriyle değil, ruhlarıyla konuşur ve yazarlar. Onlarda bilgi dönüşmüştür, varoluşa kavuşmuştur. Ödünç bilgiler onları tatmin etmez; bilgilerini hep içlerinde büyütürler. Nitekim “Bir bilgi içinde büyümedikçe sana yararı olmaz.” diye söylenen doğu özdeyişi, irfanî bilgiye işaret eder. Bilgi insanda evdeki boş olan eşyalar gibi eğreti durmamalıdır. Kalabalık eşyalar gibi işe yaramayan, işlenmeyen bilgiler de fuzulidir, atılmaya mahkûmdurlar. İşlenmiş bilgi süt olan ve ayakları yere basan bilgidir.
Bu bağlamda iyi bir öğreticinin kalitesini yansıtan “Öğretmen zihniyle değil, ruhuyla konuşmalıdır” sözü de güzeldir. Böylesi bir öğretmen bütün varlığıyla konuşur; verdiğini iç dünyasının imbiklerinden geçirerek, yaşayarak verir. Bilgiyi aldığı gibi değil, içinde dönüştürerek verir çünkü. Seven, inanan ve yaşayan bir öğretmen âdeta somut hale gelmiş saf bilgidir. Bu öğretmen ya da öğreten başkası değil kendisidir; bilgisini de asla başkasından ödünç almış değildir.
O halde bilgileri ödünç alınan ve kendinden olan bilgi diye de ikiye ayırabiliriz. Hiç güzel olmayan başkalarından ödünç aldıkları bilgilerle konuşan ve yazanlardır. Günümüzün teknolojisinde kes-yapıştır yöntemi kolaya kaçmaktan başka bir şey olmadığı gibi hiç de etik değildir. Bu tür bilgiler konuşmalarda ya da yazılarda her an oradan kaçmak üzere eğreti gibi durur.
Kur’an da varlığa, ruha, duyguya dokunmamış bilgi ve bilginlere de değinir. Cum’a suresinin 5. ayetinde bu tür bilginleri koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumuna benzetir. İçselleşmemiş, yaşanmayan, üzerinde eğreti olarak duran bilgiler, kendini bilgin sayan insanın üzerinde ağırlığı olan yükten öteye geçmezler. Bilgi hamalıdır bunlar. Bildikleri, raflarda durmaya mahkûm ansiklopedilerde hapistir. Muhteşem kütüphanenin raflarındaki cilt cilt kitapları göstererek “ben âlimim” iddiasını kimse uzun zaman sürdüremez. İnsanın kendisi ve duygularıyla örtüşmeyen ve davranışlarında yansımayan bilginin hiçbir değeri yoktur.
Yaşanması gereken bilgiyi ve yaşayan âlimi irdelerken algı ile olgu kavramları da bize ışık tutar. Algı mutlaka bir olguya dayanmalıdır. Algı olgudan kopuksa bir spekülasyondur (yalnızca bilme amacı güden bilgi). Havada söylenen bir sözdür; dayanaksız ve amaçsız… İllüzyondur. Hayal mahsulüdür. Algımız bir olguya dayanıyorsa gerçektir; onun gerçekliği muhatabımızdaki etkisi tartışılmaz. Çiçeği sevdiğini iddia edenin en azından birkaç saksının evinde bulunması gerekmez mi? Çocuğu seven, sevdiğini ispat etmek için yolunda saçlarını süpürge edebilmelidir.
Olguya dayanan algı ile hareket edenler çevrelerine güven verirler. Çünkü bilgi onlarda etkisini göstermiştir; onlar bilgiyi yaşamış, faydasını da görmüşlerdir. “Yeni bir şey öğrendiğinde, eskisi gibi olamazsın” diye güzel bir söz var. Aslında bilgi insanı değiştirmeli ve dönüştürmeli. Değiştirmeyen ve dönüştürmeyen bilgi kuru malumattan başka değil. Ama sahibini değiştiriyorsa o bilgi, fıtrîdir, irfanîdir, içselleşmiştir, ödünç alınan ya da başkasına ait izinsiz alınan bilgi değildir.
Ve insan yeryüzüne bu tür bilgiyi elde etmek için gelmiştir. Aksi halde cehaletin çok türlerinden kendini kurtaramaz.