Var oluşumuzun ve tüm varlıkların kaynağına dair algımıza ve anlamlandırmamıza “din” denir. Yani insan için varoluşunu ve tüm eşyanın ve her şeyin varlıklarını anlama ve yorumlama sistemini ifade eden kavramdır din.
‘Varlık bilinci’ ekseninde ele aldığımızda din, insan için kural koyan ve ödül veya ceza veren bir otorite gibi olmaktan çıkar ve asıl olması gerektiği gibi insanın iç dünyasının bir ihtiyacı olarak insanî duygu ve kabiliyetlerimizin, yani insaniyetimizin bir eğitim aracı olur.
“Din”, bir anlamda insan için var oluşun kaynağını ifade eden bir kavramdır. Buna göre insana düşen, dinine göre; yani varlık kaynağının, onu yok iken var edenin bilinciyle yaşamasıdır. Çünkü bir şeyi yok iken var eden, o şeyin var olmasındaki amaçları da belirlemesi gerekir. “Din”den beklenen budur.
Ayrıca, insanı var edenin, onu bu amaçları kavrayacak özelliklerle de donatması gerekir. İnsan kendisine verilen bu özellikleri kullanarak var oluş amacını gerçekleştirir. Öyle ise insan, kendiyle çelişmeyen tercihleri yaptığı sürece var oluş amacına uygun hareket ediyor demektir. Demek ki “din”, insanın kendi gerçekliğiyle çelişmeyen tercihleri yapması için insana yapılmış bir rehberliktir.
İşte din kavramını bu bağlamda ele aldığımızda görüyoruz ki din, varlık kaynağımızın belirlediği varoluş amacımıza, yani kendi gerçekliğimizin gereğine ulaşmak ve erişmek için bir eğitim aracıdır. Dindeki ibadetler, pratik hayata yön veren kurallar ise bu eğitimin birer parametreleridir.
Din kavramında olduğu gibi “iman” kavramını da varlık bilinci ekseninde ele aldığımızda, imanın çok daha kolay anlaşılabilen ve çok daha etkin bir şekilde hayat prensiplerimizin temeline oturtulabilen bir bilinçlilik düzeyini ifade ettiğini fark ederiz. Böylesi bir bilinçlilik, “iman” ile yaşamanın insan için ne kadar var oluşuyla uyumlu ve huzur verici olduğunun farkına vardırır. Bu bağlamda bir örneklem olarak şu ifadenin üzerinde durmaya çalışalım:
“Her var olanın bir var edeni olmak zorundadır.” Var olanın bir var edicisi olması gerektiği, insanî özelliklerimizin bize bildirdiği bir gerçekliktir. Var edenin gerçekliği insan için var olandan/edilenden daha aşikâr, daha zâhirdir. Yani ‘var edicinin’ varlığı, var edilenin varlığından çok daha açık, çok daha gerçek, çok daha kuvvetli, çok daha mantıken tutarlı ve insanın onaylayabileceği bir hakikattir.
Mesela elimdeki şu kalemin bir yapansız olduğunu hiçbir insan düşünebilir mi? Ya da şu önümdeki bilgisayarın bilinçli bir mühendisin tercihi olmadığını, kendiliğinden böyle oluştuğunu hiçbir insan iddia edebilir mi? Ya da bir arabanın, mühendislerin bilinçli bir şekilde planladıkları ve gerçekleştirdikleri bir fabrikasız, ustasız kendiliğinden oluştuğuna hiçbir insan aklı ihtimal verebilir mi? Böyle bir şeye ihtimal verene, aklını kullanan insan denir mi?
Yukarıdaki anlaşılması gayet kolay örneklerde görüldüğü gibi bir arabadan çok daha kompleks olan, çok daha işlem gerektiren bir çiçeğin, bir arının, bir insan gözünün kendi kendine tesadüfen var olduğunu nasıl düşünebiliriz? Demek ki var olan kâinatın bir var edicisinin, ona varlığını veren bir Yaratıcısının olduğu gerçeği; varlıkların kendilerinden çok daha aşikâr, çok daha zâhir olduğu insan aklının ulaştığı bir sonuçtur.
Her var olanın bir var edeni olmak zorunda olmasının yanında, muhatap olduğumuz kâinatta bu bağlamda diğer önemli bir yaratılış esprisi ile daha karşı karşıyayız. O da şudur ki bir şeyi var eden ancak her şeyi ve bütün kâinatı var eden olabilir. Çünkü bir şeyin var olması, bütün kâinatın var olmasına bağlıdır. Varlık âleminde öyle bir yaratılış sanatı sergileniyor ki en küçük bir şeyin var olması, mesela insan gözündeki bir hücrenin varlık âlemine gelmesi bile her şeyin, tüm kâinatın varlık kaynağı olandan başkasına ait olabileceği hiçbir şekilde ispat edilemez. Tüm kâinattaki elementler bir araya gelip birleşse bile yine o en küçük bir şeyi, o göz hücresini asla ve asla yapamaz, yok iken var edemez. Her insan, insanî özelliklerini kullanmak suretiyle anlar ki elementler ne bir iradeye sahiptirler, yani kâinatın tümünü kapsayan düzenine tabi olmanın dışında bir tercih yapmaya kabiliyetleri vardır ne de geleceği bilecek ilim sahibi olduklarını gösteren bir özellikleri vardır. Demek ki bir karıncayı, bir çiçeği ve bir insan gözünü yapan ancak tüm kâinatı yapan, yaratan olabilir.
Her şeyin yaratıcısı olan, bir şeyi (bir gözü, bir çiçeği, bir karıncayı, bir hücreyi, bir atomu vb.) bütün kâinata uyumlu ve bütün kâinatla bağlantılı bir şekilde yapan, ancak kendilerine varlık verilen yaratılmışların cinsinden olmayan, yani kâinat cinsinden olmayan, kâinatta gözlemlediğimiz hiçbir özellikle tanımlanamaz olan, mutlak ve aşkın olan, kâinattan tamamen farklı bir varlık düzeyinde Var Olan Yaratıcı olabilir. Yani, bir sanat eserinin sanatkârının, sanat eserinin varlık düzeyinde olmaması gibi. Bir yağlı boya resminin Ressamının varlık düzeyi, resmin varlık düzeyiyle tanımlanamaz. Birisi boyadır, tuvaldir, cansızdır, şuursuzdur, iradesizdir; diğeri ise kısaca ifade edilecek olursa, bir insandır. Resmin elementleri, bir insan olan Ressamının Varlık Düzeyini tanımlayamaz.
İşte Kur'an’ın temel öğretisi olan, Mutlak Özelliklere Sahip Yaratıcıya imanın, yani tevhid akidesinin anlamı budur. Kısaca tevhid, bir şeyi (çiçek, arı, güneş, galaksi, göz, hücre, atom vb.) var eden, yok iken yaratan ancak her şeyin, bütün kâinatın yaratıcısı olan ve kâinat cinsinden olmayan, yaratılmışların özellikleriyle tanımlanamaz olan, yani Mutlak olan diye ifade edebileceğimiz Yaratıcı olabilir. Değilse, varlık aleminin varlığını insanî özelliklerimizin onaylayabileceği bir şekilde izah edemeyiz.
Bu bağlamda “ilah” kavramına da değinmemiz gerekiyor. İlah demek, varoluşun kaynağı olan, yani her bir şeyi yok iken yaratan, her şeyin sahibi olan ve yaratılmışların cinsinden olmayan, yaratılmışların özellikleriyle tanımlanamaz olan, kısaca “Mutlak” olan Varlık demektir. Evet, yaratıcı demek, yaratılmamış olan, yaratılmışlarla hiçbir ortak özelliği olmayan demektir.
Öyle ise “ilah”, yani Yaratıcı dediğimizde, her şeyi yaratan, kendisi yaratılmışların özelliklerini taşımayan, onlar gibi varlığı bir başka kaynağın varlık vermesine muhtaç olmayan; ölmeyen, yorulmayan ve eşi, benzeri, dengi, zıddı, rakibi, ortağı ve yardımcısı olmayandır ilah. “Allah” kelimesi ise varoluşun kaynağı olan, her şeyin yaratıcısı olan Mutlak Varlık'ın, yani İlahın Arapçada özel adıdır. Kâinatın varlık âlemine ge/tiri/lmesini gözlemleyen her insan, kâinatın varlığını gerçekleştirenin bu özelliklere sahip olması gerektiğini anlar. Kâinat bunun şahididir.
İşte din, böyle bir anlayışın kaynağıdır, öğreticisidir, eğitimcisidir.
*Bu yazı, https://ha-mim.org/kayitlar sitesinde yayınlanan online Risale-i Nur dersler kaynak alınarak ve bu derslerde ortaya konan usûl örnek alınarak hazırlanmıştır.