Zaman zaman ekranlarda boy gösteren bazı kişiler var. Dün namazı 3 vakte indiren, tavuk ve balıktan kurban olur diyenlerin hizmet ettiği projenin yeni taşeronları bugün ‘Kur’ansız müslümanlık’ olurmuş gibi ‘Kur’an Müslümanlığı’nı savunuyorlar. 3 doğrunun yanına 1 yanlış katarak yürüttükleri faaliyetlerle temiz zihinleri bulandırıyorlar. Şeytan hep soldan yaklaşmıyor. İslamın ehl-i sünnet çizgisine saldırarak temellerini sarsmaya çalışanlar, güya Allah’ı takdis ederken İslam’ın içini boşaltıyorlar. Asıl tehlikeli olan da bu. Kim bunlar, ne yaparlar, nasıl saldırırlar derseniz. Ahmet Ay’ın “Güya Allah’ı takdis ederken” yazı serisini okuyabilirsiniz.
İslamın temellerine saldıran bu insanların, yaptıkları saldırıların yaşadığı her dönemin istisnasız süregelen bir fiili de ehl-i sünnet İslam alimlerini yıpratmak. Çünkü şahısları çürütmek fikirleri çürütmekten daha kolay ve daha ucuzdur. Özellikle son yıllarda Bediüzzaman Said Nursi hazretlerini karalama gayretindeler.
FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişiminden sonra zorlama bir şekilde konuya dahil edilen Said Nursi ve Said Nursi’nin “Risaleler bana yazdırıldı” ifadesi de yeniden alevlendirilen bir tartışmaya dönüştü. Peki neden özellikle Said Nursi’ye saldırılıyor.
Nedeni oldukça basit. 1900’lerin başında İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladstone, Avam Kamarasında yaptığı konuşmada İslam ile mücadelede niyetlerini açıkça belli etmişti. Gladstone’un, kürsüde elindeki bir Kur'ân-ı Kerîm’i sallayarak söylediği, “Bu Kur'ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur'ân'ı sukut ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” cümlelerini okuyan Said Nursi bugün bile İslam düşmanlarının karşısında dimdik duran bir alim.
Bugün dünyanın dört bir yanında okunan Risale-i Nur, Gladstone’un cümlelerini okuyan Said Nursi’nin “Ben de Kur'ân'ın sönmez ve söndürülemez ebedî bir güneş gibi mu'cize olduğunu dünyaya ilân edeceğim” duasıyla başlayan iman mücadelesinin bir meyvesi.
Küfrün en berbat hapishanelerde, en kuvvetli zehirlerle, en çetin mahkemelerde çürütemediği Said Nursi vefatından yarım asır sonra bile iftiralarla çürütülmeye çalışılıyor.
Said Nursi’nin “Risaleler bana yazdırıldı” ifadesini anlama kılavuzu
Biraz tarih bilen, biraz Risale-i Nur okuyan iftira atıldığını zaten farkediyor. Vay efendim “Said Nursi Risaleler bana yazdırıldı” demiş şeklinde iftira atan, suyu bulandıran kişiler “bana yazdırıldı” ifadesini anlamayacak kişiler değil. Hizmet ettikleri zihniyet Risale-i Nur’un savunduğu fikirleri çürütemeyince müellifini hedefe koydular. İslami düşünceye uygun olan “yazdırıldı” ifadesiyle de dertleri yok.Said Nursi’nin “yazdırıldı” ifadesini kendi bağlamından koparıp bir şirk takdimiyle sunan bu kişiler ‘çamur at izi kalsın’ düşüncesindeler. Zaten 6000 sayfalık külliyattan birkaç kelimeyi cımbızla seçip kendi takdimleriyle sunan bu zevatı haşir konusunu, nübüvvet konusunu, namazı, duayı konuşurken göremiyoruz.
İslami dil: Dilimizi düşmanın elinden kurtarmak
Modern dünyanın haçlı orduları Kur’an-ı Kerim’i fiziken elimizden alamayacaklarını İstiklal mücadelemizde gördüler. Fakat vazgeçmediler. Her mağlubiyette yeni planlar hazırlamak suretiyle bugüne kadar geldiler.
Önce alfabeye el attılar. Sonra zengin bir Türkçe’yi Türkçe’ye tercüme ederek dilimizin içini boşalttılar. Arapça, Farsça ve Türkçe’den oluşan ve medeniyetimizin birikimini taşıyan İslami dilimiz batı özentisi sığ bir sözcük havuzuna dönüştü. Elif dergisinden Suad Alkan ağabey hemen her ortamda şu ifadeyi özellikle vurgular: “Din dildir.” İnsanların tefekkür dünyaları kullandıkları dilin kelime ve kavramlarıyla şekillenir. Yani bu düşünceye göre İslami bir dil kullanmıyor, kelimelerinizi bu dilden seçmiyorsanız; kelimelerini seçtiğiniz dil ve dilin kültürüne göre düşünüyorsunuz demektir.
Küreselleşme, globalleşme, modern dünya zırvaları içinde köye dönüşen! dünyamızın evrensel! dili artık seküler kuşatmada. Yani ruhsuz, kaynağını laiklik adı altında dinsizlikten alan bir dil yapısı. Tarihinde ise materyalizm ve komunizmden güçlü izler bulmak mümkün. (Bu uzun dil meselesini uzmanlarına bırakarak burada kesiyorum)
Bil ki: Her fiilin faili Allah’tır
Yine de dil üzerinden birkaç örnekle bu dilin fikrimize verdiği zararı anlamakta yardımcı olalım.
Seküler düşüncede:
Yağmur yağar. Isınan hava yükselir. Soğuk bir katmana rast geldiğinde yağmur yağar.
İslami düşüncede:
Yağmura rahmet denir. Rahmet ise Rahmandandır. ‘Yağmur yağdı’ denmez. ‘Yağdırıldı’ denir. Allah yağmuru yağdırmak işini sebeplere bağlar. Isınan hava soğuk bir katmana rast gelene dek yükseltilir ve Allah dilerse rahmetini yağdırır.
Seküler düşüncede:
Optimum koşullar sağlandığında bitkiler büyür, ağaçlar meyve verir. Bütün şartları sağladıysanız ağaçlar meyve verecektir.
İslami düşüncede:
Bitkiler ve ağaçlar eliyle Cenab-ı Allah hazine-i rahmetinden bizlere nimetler gönderir. Bir sebzeyi veren toprak değildir. Toprak o sebzenin yaratılışına nezaret ve şahitlik eden bir vazifelidir. Hiçbir şart yerine getirilmese bile Allah dilerse meyveyi yaratır. Bütün şartlar yerine getirilse bile Allah dilemezse meyve yaratılmaz.
Seküler düşüncede:
Şuraya gittim. Çalıştım. Başardım. Kazandım. Kanseri yendim. Deriz.
İslami düşüncede:
Sevk edildim. İstihdam edildim. Allah muvaffak etti. Allah muzaffer etti. Allah şifa verdi deriz.
***
Bilimsel açıklama isteyen konularda; maddeci, Allah’ı (haşa) aradan çıkarmaya, hayattan dışlamaya çalışan modern bilim anlayışının hegomonyası dilde etkisini gösterir. Fakat temelde bilimsel olmayan konularda kullandığımız cümlelerde de bu sıkıntının yansımalarını görürüz.
Elbette günlük faaliyetlerimizde elimi kaldırdım, yattım, kalktım, uyandım, konuştum gibi cümleler kullanırız fakat biliriz ki elimizi kaldıran biz değiliz. O eli kaldıran Allah var. Uykudan sonra bizi uyandıran bir Rabbimiz var. Eminiz ki ses tellerimize vurduğumuz nefesi anlamlandıran Allah’tır.
Dileyen fizyolojik olarak hiçbir problemi olmayan felçli hastalara baksın. Ses telleri olduğu halde konuşamayanlara, gözleri olduğu halde göremeyenlere, beyni olduğu halde düşüneyemenlere baksın.
Yani iman ederiz ki zerreden evrene herşeyi, yoktan vara her durumu yaratan O’dur. Hayrı ve şerri yaratan O’dur. Her fiilin faili O’dur.
Bütün bu faaliyette insan sadece diler, arzu veya tercih eder. Allah dilerse yaratır, yoksa yaratmaz. İnsan yaratılmış varlıkların en şereflisi olsa da aciz ve fakirdir. Kendine ait bir fiili, gücü, kudreti yoktur. Etken değil edilgendir. Gücünü aczinden alır. Şu fani dünyada insan ister, gayret eder, Allah dilerse yaratır.
“ELMA YEDİM” DENİR Mİ?
İnsan “bir elma yedim” diyemez mesela. İnsan “elma yemeyi arzu eder”. Sonra Allah güneşte pişirdiği, toprakta beslediği, rahmetiyle suladığı, bakterilerle güçlendirdiği bir elmayı insanın önüne getirir. Sonra o elmayı kavrayacak parmaklar, o parmakları kullanacağı bir el, o eli tutacak bir kol verdiği insana; yarattığı yer çekimi kanuna direnecek bir kaldırma kuvveti verir. O el ile elma ağza götürülür. Ağız ise çene, dil, diş, tükürük bezleri dudak ve yanaklardan oluşturulan; nefes borusu, yemek borusu ve burna açılan kanallara giriş sağlayan başka bir nimettir. Burun ile elmanın kokusunu alır yeme güvenliği sağlanır. O elmayı ısıracak ve çiğneyecek güçte dişler, çiğnenen elmanın döndürülmesini sağlayan bir dil, sindirimi ve çiğnemeyi kolaylaştıran tükürük bezleri ve çiğnenen lezzetin muhafazasını sağlayan yanaklar senkronize çalışan çarklar hükmündedir. Bu sırada beyin elmanın lezzetini almış, vücuttaki bu eşsiz nimetlerin aynı anda çalışmasına nezaret ve şehadet etmektedir. Çiğnenen elma mideye gönderilmiş. Mideye bu nimetin nasıl eritileceği ve sindirileceği öğretilmiş. Sindirimin son halkasında bu nimetlerden nasıl istifade edileceği, istifade edemeyeceği kısmı nasıl tahliye edeceği programlanmıştır. Sadece elmayı yeme arzusunda olan insan, kısaca aktarılan bu süreçlerin hangi kısmına tam hakimdir. Daha vücudunda hangi yaratılmaların gerçekleştiğine tam hakim olamayan insan ‘elmayı yedim’ diye bilir mi? İnsana elmayı yediren Allah’tır.
Düşünelim: Kur’an-ı Kerim, Peygamber efendimize (sav) yazdırıldı mı?
Said Nursi hazretlerinin ilham ve sünühatı kalbiye olduğunu ifade ettiği “bana yazdırıldı” sözünü peygamberliğini ilan etmek şeklinde algılayan hatta iftira atan akıl yoksunu cahiller var.
Kur’an-ı Kerim ve Risale-i Nur, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ve Said Nursi elbette kıyaslanması mümkün olmayan değerlerdir. Fakat Said Nursi için bu çirkin iftirayı atanlara, bu iftiralardan şüpheye düşenlere ve bilmeyenlere hatırlatalım. Kutsal kitapların iki şartı vardır. Peygamber ve Vahiy. Allah (c.c) bir kulunu peygamber olarak vazifelendirir. Peygamber olarak görevlendirdiklerinden bazısına sadece tebliğ görevi verir. Bazısına suhuflar indirir. Bazısına kitap indirir. Bazısına kendinden önceki peygambere indirilen kitap ile tebliği emreder. Bazısına da kendinden önceki peygamberlere indirilen kitapların hükmünü kaldırarak yeni bir kitap indirir. Burada kullanılan “indirme” fiiline nüzul da denir.
Kutsal kitap yazdırılmaz, indirilir. Kutsal kitaplar, vahiy ile vazifeli Cebrail (a.s) taşıdığı ayetlerin peygambere ulaştırılması şeklinde insanlığa ulaştırılır. Kutsal kitapların yazarı olmaz. Kutsal kitap demek ilahi emir demektir. Kutsal Kitap emirdir. İnsanlığa gönderilen son emir ise Kur’an-ı Kerim’dir.
Siz herhangi bir Kur’an-ı Kerim’in üzerinde Yazarı: Hz. Muhammed şeklinde bir ibare gördünüz mü?
Risale-i Nur’lar üzerinde gördüğünüz Müellifi: Bediüzzaman Said Nursi ibaresi ise, “Bu eserlerdeki hatalar benim, güzellikler Kur’an-ı Kerim’indir” ifadesindeki sorumluluğu alan kişiyi ifade eder. Risale-i Nur’lar bir kulun Rabbine hizmet etmek için ettiği bir duadır.
Fakat bunların yanında bir de şu tehlike var ki; “Bediüzzaman Said Nursi ‘Bana yazdırıldı’ diyor. Öyleyse Peygamberliğini ilan etmiş” iftirasının bir sonraki adımı (Haşa) Hz. Muhammed’i (sav) yazar göstermektir. Kur’an-ı Kerim Allah’ın kelamıdır. Hz. Peygamber (sav) Kur’an-ı Kerim’in yazarı değildir ve olamaz. Kur’an-ı Kerim, Peygamberimiz (sav) bir mucizesidir. Mucizelerin faili de Cenab-ı Allah’tır.
Kur’an-ı Kerim’den bir ders
Enfal Suresi 17. Ayeti Peygamber efendimizin (sav) bir mucizesini anlatır. Mealin ilgili kısmı şöyledir: “İşte onları (Bedir’de aslında, siz) öldürmediniz, velâkin onları Allah öldürdü! Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.” Bu ayetin verdiği çok derslerden biri de fiillerimizin Allah tarafından yaratıldığı. Habibim dediği Peygamber efendimize (sav) hitaben bize verdiği derste “Sadece Ben yaratırım” anlamı da yok mu? Bu ayetten ders alan bir insan anlar ki “Başardığım zaman ben başarmadım, kazandığım zaman ben kazanmadım, yazdığım zaman ben yazmadım vb.” Hidayet veren Allah’tır. Nefsi Allah’ın kudret elinde olan ise insandır.
İlham ve Sünuhat-ı kalbi
Bediüzzaman Said Nursi hz. Risale-i Nur’un yazılış şeklinin ilham ve sünuhat-ı kalbi nevinden olduğunu ifade eder. Günlük hayatımızda ilham kelimesine daha çok şiir ve sanatla ilgilenen kişilerde rastlarız. Aslında icad ve bilimsel gelişmelerde de ilhama şahit oluruz. Allah’ın bir eser nasip ettiği kişiler incelendiğinde görülecektir ki bir konu veya problem üzerine odaklanan, yoğun emek sarfeden, kafa yoran insanların bu çalışmaları fiili dua hükmündedir. Bir tefekkürden doğan ilham, bir bilim adamının kafasında çakan şimşekler Allah’ın kulunu nimete kavuşturduğu aydınlattığı anlardır. Bir çoğumuzun hayatında bu tip anlar vardır. “İşte o an aydınlandım” cümlesinin hakettiği ifade “Allah’ın o problem üzerindeki perdeyi kaldırması, o çözümün üzerindeki karanlığı aydınlatmasıdır.” Şairlerin, sanatkarların, bilim adamlarının ilhamından rahatsız olmayan seküler kafa Said Nursi hazretlerinin ilham ve sünühat-ı kalbi ifadesinden rahatsız oluyor. Oysa ilham Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde ifade edildiği üzere insan ve hayvanlara verilen bir nimettir. İlham ise vahiy değildir. Vahiy ve ilham arasındaki farkı anlamak isteyenler İdris Tüzün’ün İlham-ı İlahi yazısını okuyabilirler.
Bediüzzaman Said Nursi hatasız günahsız mı?
Said Nursi’yi haksızca eleştirenler üstadın hakkını savunan birini görünce de ilahiyatçı kesiliyorlar. “Ne yani Said Nursi hatasız mı?” diyorlar. Aslında sorunun alt metninde şu var: “Ne yani Said Nursi peygamber mi?” Üstad Bediüzzaman Said Nursi hazretleri peygamber değil. Demek ki günah işler. Hata yapar. Kendisi de Risale-i Nur’un bir çok yerinde günahkar ve hatalarıyla bir insan olduğunu ifade eder. Üstad Said Nursi eleştirilemez mi? Elbette eleştirilebilir. Edeple.
Said Nursi’nin kuru çubuk metaforu
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin çokça kullandığı metaforlar arasında “kuru çubuk” vardır. Kendisinin kuru bir çubuk gibi olduğunu söyleyen Said Nursi hazretleri üzüm salkımları için şunu söyler. “Sen, ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Fahirlenme! Salkımları o ağaç kendi takmamış; başkası onları ona takmış.”
Said Nursi’nin elbise metaforu
Üstad hazretleri nimet ve nimetin verildiği kişinin tavrı hakkında elbise metaforu kullanır. Bu metafor Said Nursi’nin neden “Risaleler bana yazdırıldı” ifadesini kullandığını anlatır.
Verilen örnek şöyledir: “Meselâ, nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârâne desen, “Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfrân-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir san’atkâra karşı hürmetsizlik olur.
Eğer müftehirâne desen, “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurâne bir fahirdir.
İşte, fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir.”
İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu’ etmiş şualardır.
Şükrün azaldığı yerde Şirk başlıyor
İnsanın verilen nimetleri görmediği, şükretmediği bir ortamda gizli şirkten, şirke doğru bir süreç başlıyor. İslam alimlerinin ürettiği eserlerde gelenektir ki eser Allah’a hamd ile başlar. Elhamdülillahi… Genel bir şablon gibi düşünüldüğünde bu hamd “Bana bu eseri yazdıran, bana bu eseri tamamlattıran Alemlerin Rabbine şükürler olsun” manası taşır. Bu şükür geleneğinin azalması sonucunda, ortaya çıkan eserlerin nimet olduğu unutularak yazarları tarafından sahiplenmeye mi başladı acaba. Zira “Bana yazdırıldı” ifadesinden rahatsız olmak bunun bir göstergesi.