Bundan birkaç hafta kadar önce Ahmet Yıldız’ın kaleminden “Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938)” kitabını okudum. İletişim Yayınları’ndan okurlarıyla buluşan bu eser, özetle; Kamalizmin üç dönemini, üç kırılma noktasını ve tabir-i caizse kendi içinde üç tarz-ı siyasetini teşhis etmeye ve bu üç dönemin “seküler” ve “etnik” sınırlarını belirlemeye çalışıyordu.
Ahmet Yıldız Hoca’nın okuduğum kitapları içerisinde “en zirve eseri” olarak tarif edebileceğim bu kitap; hakikaten sabık döneme bakarken daha farklı ve daha zengin pencereler edinmem gerektiğini öğütledi. Zira dönemin farklı zaman dilimleri için açılan her bir pencere, aynı zamanda Kamalizmin farklı bir yüzüyle de tanışmamı sağlıyordu. Bu yüzlerle tanışmak, janus misal bu ideolojiyi “tam anlamıyla” anlamak için de gerekliydi. Aksi takdirde, yaralarını tedavi amaçlı sürdürülen tüm etütler eksik ve hatalı bir zemine oturmaktan kendini kurtaramazlardı.
Evet, ben bunu Ahmet Yıldız’ın kitabını kıraat ederken derinden hissettim. Kafamızdaki ve hayatımızdaki yanlışları gidermek adına verdiğimiz mücadelenin tüm ayaklarının yere basmadığını hissettim. Daha Kamalizmi bile doğru düzgün tanımadığımı fark ettim...
Ben bu noktada Ahmet Yıldız Hoca’nın kitabı vesilesiyle yeni bir farkındalığa eriştiğimi söyleyebilirim. Bence bizim mücadelemiz, karşımızdaki ideolojilerin ve mücadelelerin sadece “seküler” kanadına değil; aynı zamanda “etnisizm” içeren kanadına da yönelik olmalıydı.
Fakat mazimizde, belki “seküler” kanadın komünizm suretindeki saldırılarından çok endişe etmemiz nedeniyle (belki daha başka endişelerle de) oraya yönelik mühim tahşidat yapmıştık. Hep Risale-i Nur’daki o kısımların şerhine çalışmıştık, ders yapmıştık, anlatmıştık, yazmıştık... Söylemlerimizin büyük çoğunluğunu bunun üzerine kurgulamıştık. Lakin şimdi yakınımızdaki bu tehlike bitti ve tekrar dirilecek gibi de durmuyor. Peki şimdi, ahirzaman fitnesinin etnisizm ve faşizm içeren kanadıyla da mücadelemize biraz daha kuvvet veremez miydik?
Korkuyorum... Bediüzzaman’ın bir “frenk illeti” olarak teşhis ettiği ırkçılık, milliyetçilik, ulusalcılık suretlerine sahip bu melun hastalık; biz komünizme yüzümüz dönük mücadele ederken arkamızdan dolaşıp dem ve damarlarımıza yavaş yavaş sirayet etmiş gibi... Mesela (kendi çevremde gördüğüm birşey olarak söylüyorum) enteresan bir şekilde azınlıkta da olsa bir Nur talebesi, aynı zamanda menfi milliyetçilik söylemine sahip olup, bunu sohbet ortamlarında rahatlıkla savunabiliyor. Kimse de ona; “Bunları nasıl söylüyorsun?” demiyor. Sıradan buluyor...
Zira o, talebelik hayatı boyunca o yönlü bir tedrisattan geçmemiş oluyor. Nurculuğu milliyetçiliğe müsait sanıyor. Halbuki Nurculuk, değil sadece Türk, Kürt milliyetçiliğe hiçbir milliyetçiliğe müsait bir alan değildir.
Bediüzzaman’ın öğretisine bakıldığında milliyet ifadesini hep İslam milleti şeklinde kullandığı görülür ki; bu aslında Kur’an’daki kullanımdır. Kur’an’da bizim anladığım milliyetçilik ise kavmiyetçilik olarak geçer. Bir yerde de asabiyet-i cahiliye olarak ifade edilir.
Bu noktadan hareketle ben artık Nur talebelerinin de kendi içlerinde bu tarz bir eleştiri üretmeleri zamanının geldiğini düşünüyorum. Bazılarının Risale-i Nur metinlerini böylesi bir ideolojik aktarıma, ahirzaman fitnesinin etnisizm içeren kanadına (haşa) müsait bir alan sanmalarına bir dur demek gerek...
Risale-i Nur, sadece “seküler” olanla değil; asabiyet-i cahiliye içeren kanatlarla da mücadele etmek için ilham edilmiştir. Onlara karşı da mühim tahşidatı vardır. Külliyatı buna müsait bir zemin sananların iç yıkamaya ve yeni bir okumaya ihtiyaçları var, vesselam...