Koca bir yaz geçti.
Ramazan ayını ayrı tutmak kaydıyla uzun bir zaman dilimini geride bırakırken, dönüp ardıma baktığımda… Suçluluğumun acımasız ellerinde incindim.
Sahip olana kadar uğrunda tepinen bir çocuğun oyuncağı gibiydi yaz mevsimi.
Planlarım vardı… Hayallerim… Az biraz keyifli günlerim…
Sayılı amma, sayısız dakikalarım…
Dilimde razı olmuşların terennümü… Halimde asi olmuşların viraneliği…
Okumalarım yığıldı olmayan masamda… Düşünceler biriktikçe birikti… Sözler, kelimeler harmanında saman yığınları arasına düşmüş iğne misali…
Birşeyler bilip yapamamak zoruma gidiyor.
İsteyip elde edememek, mayın tarlasına düşmekten beter.
Ah tatil!... Ne çok şey yapacaktım sana kavuştuğumda.
Dünyalık angaryaları yüklenip durdum.
Koca bir yazı feda ettiklerim öyle de nankör çıktı ki…
Kabir kapısına kadar bile eşlik etmeyeceklerini ima edip, beni pişmanlığımla baş başa koyup gittiler.
Üstelik ‘suçluluk’ yükünü sırtıma yükleyip de gittiler.
Bu hissiyat ile yandığım, bu duygularla arandığım anlardan birinde, “Ya Rab! Aman ver’ diye dua eden Hz. Ali’den nakleden Üstad’ımı okudum.
Yine onun buyurduğu gibi, inşallah o duanın sırrıyla selamete çıkmayı umarak, işte Eylül’ü de tükettim.
Ahiretini dünyasına tercih edemeyenlerin mahcubiyeti var ya…
İşte en ağırı da o olsa gerek.
Zahiri sebeplere bakarak, kendi kendime zulmetmenin eşiğinde, kaderi adalete o kadar muhtacım ki…
Bu günün gecesinde yazılan bu yazı kadar çabuk yaşandı onca şey.
Yaz bitti… Eylül de…
Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, hayattan istediği şeyleri almaktan vazgeçmiyor…
Kadir-i Mutlak olan Sultan’a iltica ihtiyacı, fıtratımdaki acziyet nisbetinde büyüdükçe büyüyor.
Ve… Eylül bitti…
Dünyalık telaşlarım halâ bitmedi…
‘İmanın gözüyle, Kur’anın talimiyle ve nuruyla, Resul-ü Ekrem’in (asm) dersiyle,’ diye başlayan her temizleniş, ruhumu tatil tembelliğinden çıkarıp, kullukta gayretli, hizmete hadim olmaya ulaştırır umuduyla başlıyorum bir diğer aya…