Vefanın artık yalnızca İstanbul’da bir semt ismi olarak anıldığını söylüyordu birisi. Bunu o zamanlar pek de anladığım söylenemezdi. Ana ocağından bir kez bile ayrılmamış olan, yanısıra şefkatin ve vefanın en yüksek mertebede yaşandığı bir ortamda kalan birisi için bunu anlamak zordu hiç şüphesiz.
Hem, dışarıya dönük bir yaşantıya adapte olacağım bir arkadaş grubu da edinmemiştim üstelik. Onun için vefa dolu bir atmosferin dışında vefasızlığı ve bivefaları tanıma ve aralarındaki farkı ayırt etme imkânına sahip de değildim. Hâfa toprağında gizlenmiş nice duygumun anne suyuyla beslenmiş bir saksı çiçeğiydim anlayacağın...
Şimdi aradan geçen bu kadar yıl sonra yüzleşmeler yaşıyorum yeni yeni; şefkate, vefaya dair. Hayallerimin tozpembe harçlarıyla ördüğüm kalelerimin çatırdadığını duyuyorum... “Yıkıntı duvarlar altında can çekişmektense" diyor yüreğim, “yalnızlığın akrep kuytularında gizlenmelisin belki de... Bilmiyor musun? Düşmanın oku değil ama dostun gül atması yaralar insanı.”
Hak vermiyor değilim hani... Ama diyorum, pes etmemelisin bu kadar çabuk... Daha ne gördün ki? “Baş bir batman ağırlığı kaldırır da göz bir çapağa yenik düşer, anladın mı?” diyor. “Bana ‘Haydi Allahaısmarladık!’ bile demeden, böyle iki büklüm beni yarı yolda bırakan mevcudata bakar gözümün nurudur vefa. O da sönerse ben nasıl dayanırım?” Mevcudatın zevaliyle kararan dünyasına, vefanın nuruyla bakabilen ve dayanabilen yüreğime, ihanetin neden karalar bağlattığını şimdi daha iyi anlıyorum... Ve yeni bir günün sabahında araladığım kendi âlem aynamın kapısından bana görünenin, neden ademin kesif gölgeleri olduğunu…
O zaman daha bir hak veriyorum, nazenin varlıkların azıcık tebessüm edip de der-akap yokluğa kalboluşunu, ciğerleri sızlayarak izleyen zamanın en garibinin, kendisine âdem ve zevâl arız olmayan Kelâm-ı Ezelîden başka birşeyi yanında bulundurmayışını… Ya da başucuna serlevha ettiği o kelâm-ı kibarın sebebini...
Ey çağın garip güzeli! Yoksa sende mi ihanetin acı suyu kendisine içirilenlerdensin? O yüzden mi, garipliğine merhem olsun diye mi başucuna “Dost istersen Allah yeter” levhasını asmışsın?
Dost bildiklerinin vefasızlığıyla derbeder kırık bir kalp sahibi anlar bunu. Ne olur bana şimdi “En sağlam bir arkadaş, en civanmert bir yoldaş olmak vaktidir” deme…
“Hılletin yamaçlarında bununla seyran edersin” deme. Şimdilerde buna takatim kalmadığını hissediyorum. Sanki “Bil ki, şu âlemin fenasından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden müfarâkat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir” nasihatine daha bir yakışıyor yüreğim.
Eyvah, aldandım!
Oysa kalınası değildi dünya, bir uykuydu en tatlı yerinde bölünen… Dudağında firak türküleri mırıldanan, bir öpmekle batacak çiçek yüzlü dilberdi yalnızca rüyalarda… Der-âkap zevalle acılanan mülakatlardı kalbimi bağladıklarım, ne kedere, ne de meraka değmezdi. Biliyorum… Ama neylersin ki ayrılık rüzgârlarıyla her gün bir dalı kırılan kalb ağacımı yeşertmek dostun gönül toprağında olur umudunu besledim hep.
Yanılmışım… Bana “Hâlâ ölmemişsin, dimdiksin bak!” deme ne olur… Her parçasında gurbeti solukladığın katranından biliyorsun sen de: Ağaçlar ayakta ölür!
Lakin ey sevgili yüreğim! Büsbütün ümitsizliğe duçar olmak da yakışmaz sana. Eşyanın seni kendine meftun eden o mecazî hüsünlerini, bir ebedî güzellik sahibinden aldıklarını, her daim zeval ve firak çalkantılarına rağmen sönmeyen güzellik hakikatinden farkeden sana yakışmaz bu…
Bırak artık “Ben nerede yanlış yaptım?” deyip sızlanmayı… Sızlanmaya en lâyık sen olmalısın belki de; çehresini zeval tarafına dönmüş mevcudatta sonsuzun izlerini arayan sen… Bir sen ağlamalısın yalnızca, bir sonrasını terkedişlerin izlediği yalancı gülücüklerin rağmına…
Bir senin feryadın çıkmalı göklere, kendinin bildiğin eşya, elinden evladı alınmış bir annenin feryadına dönüşür çünkü, elinden alınıverince bir tek senin…
Ve ışığıyla günü güzelleştiren nazlı güneşin güleç yüzünü bir daha gülmemecesine astığı… Çehresinde celâl kokan yalçın dağların, heybetini kendinden almadıklarını gösterdikleri bir acz serabına döndükleri… Dudağına Rabbinin ismi, diline sevginin gölgesi düşmeden toprağın ve itilmişliğin kuraklığı değen minicik kızlara, “Şefkat beklediğiniz ellerle sizi toprağa gömdüren neydi?” diye sorduklarında… Ve güzel insanlar beyaz atlara binip vefa yurduna gittiklerinde bir tek sen ümitvar olmalısın! Çünkü ihanetin yetim bıraktığı kalpleri, atının terkisinde vefa diyarına uçuracak yiğit, Rabbinin kendisini yetim bulup da barındırdığı o yetimler yetiminden gayrı kimdi? (Osman)