Türkiye’de demokratik sistemin gelişimi çok sancılı bir şekilde ve problemlerle dolu bir süreç içinde yol almaktadır. Kuruluş yıllarından itibaren ülkemizdeki yönetim sistemi, esas itibarıyla halktan duyulan korku ve evham üzerine bina edilmiştir. Tek parti tarafından zulümlerle ve tam bir ‘’diktatörlük’’ anlayışı ile yönetilen yirmi yedi yıllık süre içerisinde, halkı baskı altına almak ve tamamen sindirmek için her türlü yola başvurulmaktan çekinilmedi.
Bu yazıda bunların detayına girecek değiliz. Bunlar ile ilgili olarak çok şey yazıldı ve nazarlara sunuldu. Aslında koruma kanunları ile tarih çalışmalarına kısıtlamalar getirilmemiş olsaydı, bu yıllarda yapılan zulüm ve dehşetli haksızlıklar, daha objektif ve gerçekçi bir şekilde ortaya çıkmış olacaktı. Buna rağmen halkın çok kahir bir ekseriyetinin vicdanında, bu dönemin anti demokratik uygulamalarının ve vicdanları sızlatan zalimane icraatlarının öfke ve nefretle hatırlandığı konusunda bir şüphe bulunmadığı kanaatindeyim.
1946 yılında, dünyadaki konjuktürel şartların zorlamasıyla çok partili yönetim sistemine geçilmesinin ardından, 1950 yılında yapılan Genel Seçimde, Demokrat Partinin tek başına iktidara gelmesi, yönetimi elinden kaçıran çevrelerde büyük bir korku ve panik havasının oluşmasına neden oldu.
İktidar olan, fakat devlette muktedir olamayan Demokrat Parti dönemi ile birlikte, bürokratik oligarşi ve silahlı kuvvetler tam bir ittifak halinde vaziyet alarak, halkın seçtiği iktidarları frenlemek, rejimin kuruluşunda şifrelenen müstebit ve ceberrut devlet zihniyetini muhafaza ettirmek ve bu zihniyetin devlette olan egemenliğini sürekli kılmak üzerine pozisyon almaya başladılar.
Halkın seçtiği iktidarlar göreve başlayacak, fakat rahat hareket etme ve icraatta bulunma fırsatı verilmeyecek, vesayet sisteminin devam etmesi için, kendi hesaplarına göre çizgiyi aşan icraatların frenlenmesi görevini de Cumhurbaşkanları üstlenecektir.
Cumhurbaşkanları, halkın seçtiği hükümetlerin icraatlarına, rejimin genlerinde şifrelenen esas zihniyetin izin verdiği ölçüde yol vermişler, ezan meselesinde olduğu gibi, güçlerinin artık yetmediği durumlarda mevcut durumu muhafaza veya en az taviz vererek vaziyeti kurtarmaya çalışmışlardır.
Kenan Evren’in Turgut Özal’a, Süleyman Demirel’in Necmettin Erbakan’a, Ahmet Necdet Sezer’in Recep Tayyip Erdoğan’a karşı takındığı engelleme ve bazen hukuk dışılığa varan muhalefet ve zorlamalar, bu uygulamaların en bariz delilleridir. Celal Bayar ve Adnan Menderes ile Fahri Korutürk ve Süleyman Demirel arasında yaşanan bazı gerginlikler ise, çok büyük boyutlara ulaşmadan, üzerleri örtülmeye çalışılmıştır.
Aslında Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de görev yapan bütün Cumhurbaşkanları ile Başbakanlar arasında küçümsenmeyecek ölçüde problemler yaşanmıştır. Bir kısmı, hiçbir şekilde kamuoyuna yansıtılmamaya çalışılmış, bir kısmı da soğumaya bırakılmış, bazıları ise kriz boyutuna ulaşmıştır.
Bütün bu tebaiyet ve uzlaşma gayretlerine rağmen, bu dönemlerde halkın seçtiği yöneticiler 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 müdahalelerine hedef olmaktan kurtulamamışlardır. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, devletin derin katmanlarında yuvalanan ve kendilerini devletin esas sahibi olarak gören muktedirler, bir direnç ile karşı karşıya kaldıkları zamanlarda ise asker marifetiyle yönetime müdahale etmekten de geri durmamışlardır.
Merhum Özal’ın Cumhurbaşkanı seçilmesine kadar geçen yetmiş yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca bu zihniyet çok önemli bir zorlama ile karşılaşmadan işlerini kendi açılarından tıkır tıkır yürütmüşlerdir. Cumhurbaşkanları ile birlikte Anayasa Mahkemesi, Yüksek Mahkemeler ve onların da güçlerinin yetersiz kaldığı noktalarda Silahlı Kuvvetler devreye girerek, dine ve millete soğuk bakan ve mesafeli duran ceberut devlet anlayışının muhafaza edilmesi için sürekli olarak durumdan vazife çıkarmışlardır.
Merhum Özal’ın Çankaya Köşkü’ne çıkması, bu durumun değişmeye başlamasının en önemli ve çok ciddi bir adımı olmuştur. Ancak 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a en fazla üç yıl tahammül edilebilmiş, bugün bile henüz tam olarak aydınlatılamamış ve birçok şüphe izleri taşıyan bir vefat ile Cumhurbaşkanlığı makamı boşaltılmış, 28 Şubat örneğinde olduğu gibi tam bir emir eri şeklinde çalışacak bir yönetim anlayışına sahip olan Süleyman Demirel’e, 9. Cumhurbaşkanı olmanın yolu açılmıştır.
28 Şubat Süreci, halkın oyları ile çoğunluğu elde etmiş siyasi iktidarın, Demirel’in Cumhurbaşkanı olarak oturduğu Çankaya destekli senaryolar ile nasıl da iktidardan uzaklaştırıldığının, korku ve yapay oluşumlar üzerine bina edilen yeni siyasi parti ve istifalar ile ne tür icraatlara imza atabilecek hükümet alternatiflerinin büyük bir ustalıkla hayata geçirildiğinin, tabiri caizse, millete nasıl da kan kusturulduğunun çirkin ve acımasız uygulamalarına sahne olmuştur.
Süleyman Demirel’in; derin devletin ve devletin derin katmanlarında şifrelenen millete muhalif uygulamaların usta örnekleri ile geçirdiği, Mozart soslu çağdaş Türkiye şovlarının yapıldığı, başörtüleri ile okumak isteyen genç kızlara, Suudi Arabistan yollarının gösterildiği yedi yıllık görev süresinin ardından, tam da istenilen evsafa uygun olan yeni bir Cumhurbaşkanı bulundu. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı görevini yürüten Ahmet Necdet Sezer’e altın tepsi içinde sunulan bir Cumhurbaşkanlığı ile katı ve millete soğuk ve tepeden bakan uygulamaların büyük bir prim yaptığı yedi yıllık yeni bir dönem başlamıştır.
Aslında bu noktada çift başlılığın ortadan kaldırılması, halkın icracı hükümetin başı olarak seçtiği bir Cumhurbaşkanının daha rahat bir ortamda görev yapabilmesi ve hesabını beş yılda bir millete vermesinin ne kadar önemli ve gerekli olduğu zaten aşikar bir realite olarak ortada durmaktadır.
Bu konu ile ilgili olarak yapılan spekülasyonların büyük bir çoğunluğunun, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsına karşı belli bir kesimde var olan ve her seçimin ardından, Erdoğan’a olan desteğin artmasına paralel olarak artan husumetten başka gerçekçi bir sebebin mevcut olmadığı kanaatindeyim. Beş yılda bir millete hesap verecek, en fazla iki dönem görev yapabilecek bir Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminde, işlerin çok daha kısa bir sürede ve gereksiz engellere takılmadan yapılabilmesinin yolu açılacağı halde, buna olan muhalefetin esas sebebi millete olan güvensizlikten kaynaklanmaktadır.
Milletin kendi zihniyetlerine yakın bir kişiyi % 50 oy vererek iktidara getiremeyeceğinden emin olan sol ve laik çevreler ile bütün stratejilerini Erdoğan ve Ak Parti düşmanlığına bina eden bir kısım fanatik gruplar; birçok yalan, abartı ve demagoji ile kafa karıştırmak ve hiç olmazsa çok az da olsa kendileri açısından var olan bir ümit kırıntısını devam ettirmek istiyorlar.
Milletimiz inşallah 16 Nisan’da yapılacak Referandumda, böyle bir yalan ve algı operasyonuna kapılmadan iradesini en güzel şekilde sandığa yansıtacaktır. Geleceğimizi şekillendirecek doğrultuda tercihini: inanç, gelenek ve değerlerimize kuvvet verecek biçimde tecelli ettirerek, Türkiye üzerinde hesap yapan yedi düvele de büyük bir ders vermiş olacaktır.