Vesveselerin Mahiyeti ve İnsan İradesinin Onlardaki Hissesi
Çoğu vesveseler, insanın akıl, kalp ve ruhunun günahlar ve hakikatsiz fikirlerle yaralanması sonucunda iç dünyada doğan olumsuz sinyallerdir. Şeytanın da kullandığı birer kanaldır. Bir kısım vesveseler ve şüpheler ise, şeytanın kalbe ve zihne attığı çirkin ithamlar, iftiralardır. İbadetler, özellikle namaz ve oruç bu konuları tedavi ettiği için daha çok bu vesveseler, şüpheler, hatta bazen yanımızda birisi varmış gibi korkular aslında iç dünyamızın temizlendiği, kirlerinden arındığı, yaralarından kurtulduğu anlar olan namazlarda ve oruç dönemlerinde kendilerini gösterirler. Bu bir süreçtir. Bir süre sonra geçer. Bu açıdan Üstad, Vesvese Risalesi'ni 21. Söz'ün 2. Makamı'nda işlemiştir. İlk Makamı ise insanın kalb, ruh ve sır gibi manevi derinliklerine namazın etkisini ve namazın hakikatini işler. Namazda akla ve hayale gelen, edebe aykırı ve bazen müstehcen görüntülerin bir sebebi zihnin arşiv kayıt sistemidir. Dış dünyada doğu-batı kadar uzak olan meseleler zihinde bir ve beraber arşivlenirler. Ak ve kara gibi... Bu manada kutsal şeyler, en bencil şeyler olan cinsellikle beraber hafızaya arşivlenirler. Bu açıdan namaza durup Kabe karşısında Allahu Ekber diyerek Zât-ı Akdes'e yöneldiği anda insanın hayal hazinesi açılır, en müstehçen görüntüler hayale gelir. Bu esnada şeytan devreye girerek Allah ve Resulü hakkında çok çirkin sözleri ve iğrençlikleri hayal gücünün içine atar. Bu noktada Üstad şu tespitle meseleyi tedavi eder: " Hayal etmek, hüküm vermek değildir. Küfrü hayal etmek, küfrü kabul etmek ve onaylamak anlamına gelmiyor. Bu manada hayale gelen bu tarz küfür-vari sözler birer tahayyüldür. Tahayyül bir hüküm değildir. Hüküm olmadığı için kişi mesul olmaz. Ayrıca kalbin yakınındaki lümme-i şeytâniyeden gelen vesveseler kalbin malı değildir. Çünkü kalb onlardan rahatsızdır. Onlar kalbi üzüyor. Kalb, Mutlak Mükemmel'e âşıktır. Birer hemezat-ı şeytaniye olan ve kusur aramayı ifade eden bu tarz sözler kalbin malı olamaz. O halde aklın, kalbin ve ruhun malı olmayan, insanın ilim-iman-islamından kaynaklanmayan, insanın iradesiyle onaylamadığı bu tarz vesvese ve şüpheler insanı mesul edemezler.” Evet vesvese ve şüpheler, gökyüzündeki birer bulut gibidirler. Gölge edip giderler; belki bazen rahmet yağmuruna vesile olurlar diye bakılması gereken hususlardır. (Sözler, 21. Söz, 2. Makam, 1. Vecih Vesvese Risalesi)
Psikolojik Bozulmanın Dört Safhası
Vesvese ve şüphelerin insanın düşünce ve duygu dünyasında yol açtığı yaralanmalar bir sapmaya sebep olur. Bu çerçevede Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye’nin ilk baskısında insanda meydana gelen manevi hastalık ve yaralara “emrâz-ı mudılle” (Hakikat yolundan saptırıcı yaralar) adını verir. Psikanaliz, hastalıkların teşhisidir. Psikoterapi ise hem teşhis hem tedavisidir. Bu manada psikoterapi tam manasıyla bu saha ile ilgileniyor diyebiliriz. Vesvese ve şüpheler boyutunda insanın yolculuk safhaları şöyle gerçekleşir:
- Şüphelerin kişinin ruhunda ve aklında açtığı yara, önce “yeis” e yol açar. Kişi Hak ve Hakikat’ten kopar.
- Sonrasında kişi yeisten dolayı çökmemek için savunma psikolojisiyle kendi kendine sırtını dayama, sonrasında kendi kendinden beslenme ve nihayetinde kendinden başkasına karşı kör olma manasında “ucb” a kapılır.
- Sonrasında kendini kendine kâfi görme, kendi kendisiyle mutmain olma, kendini dış dünyaya kapama ve başkalarından gelecek fikirlere karşı istiğna tavrıyla sağır olma manasında olan “gurur” a düşer.
- En nihayetinde kendinden başka kimseyi ve hiçbir şeyi güzel göremeyen, beğenemeyen, her şeyin kusurunu araştıran ve araştırmak isteyen, takdir ve teşekkür özürlüsü bir akıl manasında olan “su-i zanna” esir olur.
Bu psikolojik sürecin tedavisi, en temelinde yeisin bir yalan olduğunu ve kişinin kendi kendisine söylediği, şeytani kökenli bir yalancılık olduğunu kavramak, bu şekilde Hakikat’ten kopmamak ile başlar. Akabinde Hakikat ile bağ kurmak manasında olan “sıdk” ı kendi hayatına yerleştirmek, sıdkın anahtarı ile bütün duygu, düşünce ve davranışlarında dengeli, düzenli ve gerçekçi bir hayatı elde etmeye çalışmak ile ilerler. Ucub yalanından “hamd ve şükür hakikatleri” ne; gurur yalanından “tevazu ve mahvivet hakikatleri” ne; su-i zan yalanından “hüsn-ü zan, hüsn-ü te’vil, hüsn-ü niyet ve hüsn-ü haslet hakikatleri” ne şeklinde zihnî yöneliş, tefekkür ve tedkik yapmak sürecin ilerleyen safhalarıdır.
Evet, ucub (kendini beğenmek) de bir yalandır. Çünkü varlığı ezelî olmayanın sıfatları zâtî olamaz. Sıfatları zâtî olmayanın kendinde bulunan ve görünen güzel ve müsbet yönler, sıfatları zâtî olan başka bir varlık tarafından emâneten verilmiş ve takılmış özelliklerdir. Bu özellikleri beğenmek haktır; fakat bu özellikleri kendinden bilmek, kendinden kaynaklanıyor görmek, batıl ve yalandır. Bu durumda kişi kendi varlığını zâtî ve kadîm olarak görüyor demektir. Oysa insanın tam şuurî varlığı dahi doğar doğmaz değil 15-18-25 yaşlarında tam tahakkuk ederken… Bu açıdan ucub aldatıcı bir yalandır.
İnsanın diğer insanlara muhtaç olmamasını iddia eden ve sergileyen “gurur” hissi de bir yalan ve aldatıcı bir yalancılıktır. İnsanın fiziksel boyutunun havaya, gıdaya ve güneş ışığına ihtiyacının bariz hali insanın metafizik cepheleri olan akıl, kalp, ruh, vicdan gibi yönlerinin nefes kaynağı olan marifetullah ve ilme, hayat kaynağı olan feyiz ve kudsiyete, onun korkularını def eden nurlara ve tevhid hakikatine ekmek kadar, su kadar, hava kadar muhtaç olduğunu gösterir.
Su-i zan da hakeza bir yalandır. En büyük su-i zan ise Allah’a karşı yapılandır. Su-i zannın haklı olabilmesi için bir fiili yapanın neyi niçin yaptığını hakkalyakin bilmek şarttır. Bu çerçevede kendi niyetlerini dahi okumakta âciz, kendi kusurlarına karşı kör bir insanın su-i zan ile diğer insanlar hakkında fikir yürütmesi tam bir zulüm ve iftira, temelsiz bir iddiadan başka bir şey değildir. Hakikatte insanın su-i zan edebileceği tek kişi ancak kendisi, hasta duyguları ve daha derinde nefs-i emmaresi ve enaniyet-i gaddaresidir.
Vesveselerle Mücadelede Örnek Kitap: Mesnevi-i Nuriye
Vahiyler, insanlığın eskiyen fıtratlarını yenilemek için gelirler. Bunu, önce onu çocuk masumiyetine ve ülfetsiz çocuk algısına döndürerek kendini ve kâinatı yeniden görüyor ve okuyor ve algılıyor hale getirmekle yapar. Sonrasında kendi aslî fıtrat çekirdeğinin içindeki cevherleri açacak şekilde onu terbiye ederek ilerletir. Bu şekilde insan vahyin ışığı altında işleyen akıl-kalb-ruh fabrikalarıyla yenilenmiş olur.
Üstad Bediüzzaman, Eski Said'den Yeni Said'e Kur'anı kendine bir üstad ve mürşid kabul ederek geçiş yapar. Kendi akıl-kalb-ruhunu vahyin eline gassalın elindeki meyyit gibi teslim eder. Kur'anın mutlak ve muhit ve külli ve zamanüstü hakikatleriyle akıl cevherini yontar, İlahi hikmeti algılayabilecek hale gelir. Kur'anın hikmet dediğinin hakiki hikmet olduğunu ve kâinatta karşılığının bulunduğunu, felsefenin hikmet dediğinin çoğu zaman abesiyet olduğunu veya abesiyete vardığını kendinde ve kâinatta müşahede eder. Kur'anın irşadıyla nefs-i emmaresinin vesveselerine, şüphelerine, şeytanın ve cinlerin vesveseler ve şüphelerine Kur'anın feyiz ve nurlarıyla cevap verir. İmanın, İslamın, İhsanın hakikat ve sırlarını Kur'an hazinesinden akıl, kalb ve ruhuna akıtır. İç dünyasını tam bir acz ve fakr, hiçlik ve yokluk ile Allah'a teslim eder. Bu şekilde bir seyr-i süluk-u aklî, kalbî ve ruhî yaşar. İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani ve Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi... Kütüphaneler dolusu felsefi ve bilimsel kitapları okumanın aklında açtığı yaralardan, ruhuna verdiği karanlıklardan kurtulur. Kur'anın şifa olduğunu kendi iç dünyasında hakka'l-yakîn yaşar. Bu süreçte nefsini tezkiye eder; enaniyetin ve şahsiyetin mahiyetini, sınırlarını, sırlarını da keşfeder. Bu şekilde kalbini ve ruhunu İlahi feyiz ve nurlara ayna olacak şekilde şeffaflaştırır. Hakk'ın mutlak huzurunda kendi çaresizlik ve hiçliğini, yokluk ve muhtaçlığını hissedecek şekilde gelişir. Kendini yeniler. Cedîd olur. Kendini Kur'an ile yenileyen sahabeler gibi o da başkalarının hayatını yenileyebilecek bir makama çıkar. Evet kendinde cedîd olmayan, başkasına müceddid olamaz. Her hakiki sahabe bir müceddid idi. Cahiliye kirlerinden ve elbiselerinden sıyrılıp Kur'an ile kendilerini iman, islam ve ihsanla inşa ettikleri gibi Üstad Bediüzzaman da Kur'anın hakikat ve nurlarıyla kendini baştan sona inşa etmiş, Kur'anın istediği haşyet, huşu, takva, ibadet, ciddiyet, emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker gibi hakikatleri ömrünün sonuna kadar hassas şekilde yaşamış, numune-i imtisal olmuştur.
Bu manada Risale-i Nur, Kur'an ile kendini yenilemek isteyen kişiler için günümüzden bir örnektir. Bilhassa Mesnevi-i Nuriye kitabı bu manada nefis ve şeytanla, batıl fikir ve akidelerle savaşma; kalbini, ruhunu, aklını sınırları ile keşfetme, haddini bilme, kendini bilme, haddi dâhilinde ebedî bir hayatı elde etme yolculuğudur. Kişiyi Hakikat'e ve Hakikatü'l-Hakaik'a eriştiren Kur'anî bir yoldur. Delilli, ispatlıdır. Sadece aklî değil, kalbî ve ruhî bir yoldur. Nefsi tezkiye, enaniyeti terbiye edip istikamete getiren Kur'anî ve tevhidî bir caddedir. Üstad'ın dediği gibi: " Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez." (Mesnevi-i Nuriye, Mukaddime)
Mucizeler Ve Kerametler Hakkında Bir Vesveseye Cevap
Evliyaullah'ın kerametleri, himmetleri, mededleri, ifazaları tevhid hakikatini sindirmeye dayanan bir meseledir. Tevhidin 2 çeşidi bulunuyor:
a) Zahirî ve avâmî tevhid: Bu tevhidde kişi kâinatın tamamına bakarak kâinatın Allah'tan başkasına isnad edilemeyeceğine dair bir algı taşır. Bu tevhid, başka İlahları reddetmekle yapılan bir tevhid ispatıdır. Terminolojide buna “tevhid-i nefy” denilir. Kelime-i Tevhid'deki "Lâ İlâhe" cümlesindeki nefye dayanır. Bu tevhid kolaydır. Basittir. Fakat bu tevhid tarzı kâinattaki İlahi icraatları ve onların sonucu olan mahlukatı Allah'a birebir isnad edecek bir seviye sergileyemez. Vesvese ve şüphelere maruz kaldığında itikadı sarsılabilir. Bazen bir vesvese ile dinden çıkabilir.
b) Hakiki ve havas tevhidi: Bu tevhidde kişi zerrelerden kürelere kadar, ezelden ebede, maddeden manaya, dünyadan Ahirete kadar her bir nesneyi, her bir şeyi doğrudan doğruya yed-i kudrette görecek bir seviyeye çıkar. İlme'l-yakîn ile hakikati net bildiği gibi, ayne'l-yakîn ile hakikatin tecellisiyle kâinatı bir kitap gibi okur hale gelir. Hakka'l-yakîn ile hakikati kendi ruh aynasında yansıtacak şekilde hisseder. Yaşayan bir hakikat haline gelir. Böyle birine vesveseler ve şüpheler ordu şeklinde saldırsa da hiç bir halt edemezler. Her bir şeyde Allah'ın sikke-i ehadiyetini, her nesnede Allah'ın hatem-i vahidiyetini görür ve başkalarına da delillerle gösterir. Bu tevhide terminolojide “tevhid-i isbat” denilir. Bu tevhid kelime-i tevhiddeki "İllallah Muhammedun Resulullah" kısımlarının izah ve ispatına dayanır.
Hakiki tevhidi elde eden adam arının ağzından akan balı Allah'ın icadı ve fiili gördüğü gibi; ineğin memesinden akan sütü, ağaçtan çıkan elmayı da Allah'ın malı, mülkü, fiili, eseri olarak görür. Aynı şekilde diğer insanların dilinden akan bal gibi tatlı sözleri, hakikatli ilmi de, insanlar eliyle yapılan teknolojik eserleri de İlahi bir eser olarak Allah'a gönül huzuru içinde isnad eder. Tevhid hakikati noktasında arı ile insanın bir farkı yoktur; her ikisi de aciz ve fakir birer mahluktur. Allah birinin dilinden bal akıtmış, diğerinin dilinden bal gibi şifalı Kur'an akıtıyor, der.
Tevhid hakikati, kişinin ilme'l-yakîn ile aklında yerleşmesinden sonra ayne'l-yakin ile kalbine ve kalbî duygularına; hakka'l-yakîn ile ruhuna ve ruhani latifelerine yerleştikçe insanın duygu dünyası gelişir. İnsandaki cüz'î merhamet ve şefkat bütün zaman ve mekanları içine alacak bir boyuta; insandaki aşk ve şevk ise doğrudan Mutlak Hakikate ve Bâki Zât’a doğru yönelir ve açılır. Bu gelişme seyrinin ileri safhası "Ârifin fikri neyse zikri odur" sırrınca insanlara Allah'ı tanıtma, sevdirme vazifesi yapmaktır. Bu esnada Cenab-ı Hakk, Hz. Süleyman (AS) devrinin eşyaya tayy-ı mekan yaptıran veya kendisi de tayy-ı mekan yapan âlimi ve evliyası gibi kerametleri kişilerden gösterir. Bu çerçevede keramet, Kur’ân’da nass-ı kat’î ile sabit bir vâkıadır. Mucizeler gibi kerametler de doğrudan doğruya İlahi birer fiildirler. Kuldan görünürler. Arıdan akan bal gibi...
Bu tarz tasarrufların meydana gelmesinin bir sırrı, evliya kullarda duaların makbuliyetini sağlayan bir latifenin de inkişafıdır. (Mesnevi-i Nuriye, Şemme ve Şu'le Risalesi 2 İ'lem)