Kâinat daimi cevalanda… Âlemler “tedğavfül mîzan” üzre. Yerküreden 1.300 000 defa daha iri güneş “sirac”ımız, Samanyolu galaksisindeki –yaklaşık- üç yüz milyar yıldız kardeşiyle “sükut ve sükun üzre” berdevamda.
Çiçekler, çiçekçikler; nebatlar, nebatçıklar; hayvanlar hayvancıklar… Hepsi birden “mâna-yı harfî” ile üzerlerinde tecelli eden “esma-yı hüsna” ve “sıfat-ı İlahiye”yi sessiz dilleriyle ilan ediyorlar.
“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı (şeairi) olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı hâliyle vird-i zebanıdır.” (Sözler, s.6)
O halde “Bismillah çekilmeden başlanan bir işte hayır yoktur.” (evkamekal) diye buyuran Yüce Resul’e (asm) biz de ittiba edeceğiz. Çünkü biliyoruz ki O’na ittiba, Allah’a ittiba demektir. (Ayet meali)
Bu mukaddemeye neden gerek gördüm. Mart’ın 27. günündeyiz ve Gaziantep Kâmil Ocak Kapalı Spor Salonunda, tribünlerden, “Gaziantep Bediüzzaman’ı An(la)ma Platformu” tarafından tertiplenen paneli takip etmeye hazırlanmıyoruz.
Yönetici Nevzat Tarhan Bey’in güzel tesbitlerini not defterime hülasa ediyorum:
“Bu panelin ve platformun, bu ittihadi çalışmanın Gaziantep gibi İstiklâl Harbi’mizin sembol şehrinden başlaması dikkate şayan bir hadisedir. Bediüzzaman da Hutuvat-ı Sitte, Hutbe-i Şamiye, Münazat ve bütün külliyatında en fazla üzerinde durduğu mefhumlardan biri de hürriyet, dolayısıyla da istiklâl değil midir? Bediüzzaman hakikaten bilinmeyen bir dahidir, asrımızın bilgesidir. “Bilge” kavramının bütün hususiyetlerini göstermiştir. Yapılan güzel ve hayırlı bir davranışı on, işlenen on hatayı da – şahsî olmak kaydıyla- “bir” gören engin şefkate sahiptir. Müsbet hareketi temel almasının bu hususiyetten kaynaklandığı kanaatındayım. Ona bu açıdan “Kılıçsız Mücahid” dense yeridir. Cesaret kişinin kendini bir anlığına feda etmesi değil, o hizmetine devam ederek risk almasıdır ki Bediüzzaman Said Nursi de bunu yapmıştır.”
Panel’e beraber geldiğimiz arkadaşlardan biri kulağıma eğilerek:
“Keşke Besmele ile başlasaydı.” dedi. “ Besmele her hayrın başı değil midir?”
“İslam nişanı olduğunu da unutma ama…” derken, Panel’in başında okunan Aşr-i Şerif geldi; başında çekilen Besmele bütün konuşmaları mânasının dairesine alıyor ama…” şeklinde düşündüm.
Zihnimden bunlar geçerken, “Seyda -1-2” romanları yazarı Mehmet Akar’a söz verildiğini duyunca dikkat kesildim:
“Kâinatta inkar-ı Uluhiyeti hâkim kılmak isteyenlere kuvvetli cevaplardan birini, Gaziantep birlik ve beraberliğiyle vermiştir; hele bu salonu doldurup da dışarı taşan kalabalığın manzarası, onları ümitsizliğe sevketmiş olmalıdır.
Hani ibretli bir fıkra vardır. Adamın biri, selde boğulan bir kişiyi kurtarmış. Bütün ömrü boyunca bunu anlatmış. Nihayet emr-i Hak gelmiş; bu ve benzeri hayırlı amellerinden dolayı –Allah’ın fazlı ve affı ile- ehl-i Cennet’den olmuş. Orada da kendisinden selden adam kurtarma hayrını anlatmasını dilemişler. Vazifeli meleklerden biri: “Yalnız dikkat et“ demiş; “Bu Cennet ehlinin içinde Hz. Nuh (asm) gibi, tufan gören çok mümin var.”
Bu dâvanın salikleri de, bu manzarayı teşkil eden muhterem insanlar da Nuh (asm) tufanı gibi hadiseleri görmüş geçirmiş insanlardır; sürç-ü lisan edersek, bu sebepten mazur görüle.
Dünya balçığıyla boğuşmaktan başka bir şey bilmeyen, hatta o balçığa tamamen batmış insanların dünya meseleleri hakkında diyecekleri sözleri yoktur. Çocuğunu ebediyen katbettiğini sanan bir anneyi ne ile teselli edeceksiniz. Üstad, Resul-ü Kibriya (ASM)den aldığı dersle, Cennet ve ebedi saadet itikadıyla bu teselliyi de veriyor.”
Konuşmanın burasında, daha bugün taziyesine gittiğim ve Elazığ’da okurken aniden vefat eden küçük kardeşi hatırladım. Onun validesini “Ahirete iman”dan başka neyle teselli edebilirdiniz? Taziyede babasına, “Allah şefaatına mazhar etsin.” derken de, gurbette vefat ettiğinden – inşaAllah- manevi şehiddir diye düşünüyordum. Malum ya; bir şehidin 70’den 700e kadar şefaat hakkı var. ( Hadis meali- evkamekal)
Devam ediyordu Mehmed Akar:
“Fertte iman, toplumda adalet esastır. Adalet hak edene hakkını vermektir. Haini, zalimi beslemek adalet değildir; hain ile zalime müsamahanın adına hoşgörü denemeyeceği gibi… Hayatta hayırdan yana olmaktır adalet. Hani der ya Bediüzzaman: “ Müsavatsız adalet adalet değildir.” “ Hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz.” Çünkü Kudret-i İlahiye noktasından bir ferdi yaratmakla bütün insanlığı yaratmak birdir, eşittir.”
Metin Karabaşoğlu’na sözü vermeden önce Münazarat’taki hekim-çadır-hasta misalini hatırlattı Tarhan Hoca.
“Milliyetimiz İslamiyettir.” şeklindeki beyanı hatırlatan Karabaşoğlu, Müslüman coğrafyasına bu gözle bakamayışımızın menfi neticeleri açıkça görülüyor” deyip meseleyi izah eden bir anekdot anlattı.
“Umre’ye giderken, biri bana şunu sordu uçakta. ‘Yurtdışına ilk defa mı çıkıyorsunuz?’ Hayır, dedim, yurtdışına değil, yurdumun ana merkezine gidiyorum. Çünkü inanıyordum ki umum müminler tek millettir ve onların yaşadığı bütün topraklar benim de vatanımdır. Hele Beytullah’ın bulunduğu mukaddes topraklara yurtdışı demeyi içime hiç sindiremedim. Bosna-Hersek seyahatında da aynı soruyla karşılaştım; cevabım yine aynı olmuştu. Ezan-ı Şerif’in okunduğu her yer yurttur bize, vatanımızdır.
Bediüzzaman bütün hayatında Hak din İslam için ve Allah’ın kulları için yaşamıştır. “Kimim himmeti milleti için ise, o tek başına küçük bir millettir.” demiştir; O tek başına bir millettir, çünkü himmeti milleti için olmuştur hep.
Cehalet-zaruret- ihtilaf hastalığını tedavi etmek için Medresettüzzehra’yı kurmak istiyor.” Gaye-i hayatım” diyor bu projeye. Bu gayesindeki en çok dikkatimi çeken planı dil meselesi. “Arapça vacip, Kürtçe caiz, Türkçe lazım.” olmalı diyor. Demek ki kimin dili ne olursa olsun, bütün müminler kardeştir; kişiler birbirine dilleriyle değil, dinleriyle bakmalı diyor yani. “Dil din bir ise millet birdir, din bir ise millet gene birdir.” buyuruyor. Düşündüğü, şimdiki “açılım” tabirinden de ileridir Üstad’ın.
Bedüzzaman bizleri Çin Seddi’nden Atlas Okyonusuna kadar bir vatan olarak “bilmemmizi” isterdi. Ben de öyle bilmemiz temennisiyle konuşmamı bitiriyorum.
Doç. Dr. Ahmed Yıldız da kısaca, Bediüzzaman’ın iktidarlarla – pazarlık mânasında- bir ilişki içinde olmayan mümtaz bir potre olduğunu derken, hatırlıyordum:
“Başta demiştik: Bütün mevcudat, lisan-ı hal ile Bismillah der. Öyle mi?
Evet, nasılki görsen: Bir tek adam geldi. Bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevketti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin; o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet namına hareket eder. Bir padişah kuvvetine istinad eder. Öyle de her şey, Cenab-ı Hakk'ın namına hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar.” ( Sözler, s.7)
Devletin resmi vazifelisinin bile – başvekil- “Rahman ve Rahim Olan Allah’ın adıyla…” diyerek konuşmasına başlarsa, bizim de en azından o hassasiyeti göstermemiz gerekmez mi?