Kur'an-ı Hakim bizi ısrarla ve defaatle ‘zanna göre hükmetmeyin’ diye uyardığı halde, hakkında kesin bilgi sahibi olmadığı bir konuda ‘zannederek’ hüküm vermek, bugünün mü’minlerin ne yazık ki mutad alışkanlıkları ve en ciddi ahlâk zaafları arasındadır.
‘Zanna göre’ hüküm vermenin ise, kolayca tahmin edileceği üzere, iki veçhesi vardır: hüsnüzan ve suizan.
Hüsnüzan, hakkında kesin bilgi sahibi olmadığımız bir konuda olumlu düşünmemizi, güzel zanda bulunmamızı ifade eder. Suizan ise, kesin bilginin olmayışından hareketle olumsuz ve kötü zanda bulunduğumuz durumların ifadesidir.
Ehl-i dinin gündelik ve cemaatî hayatlarına baktığımızda, zannın bu her iki çeşidinin de uygunsuz kullanımından söz etmek pekâlâ mümkündür. Zira, zannın özellikle kaçınılması gereken boyutu olarak hüsnüzan bilhassa ehl-i imanın kendi arasında, mü’min kardeşlerimize karşı kolaylıkla istimal edilirken; kendisini bizimle aynı dairede görmeyen insanlara karşı ölçüsüz bir hüsnüzan devreye girmektedir.
Biraz daha açarsak; meselâ, hayırlı yüz fiilini görüp isabetli bin sözünü duyduğumuz bir mü’mini bize ters gelen bir fiili veya isabetsiz bulduğumuz bir sözü için ‘suizan’ı devreye sokarak, niyet okuyarak, ‘zannederim’ler ve ‘bana göre’ler ile kolayca ‘öteki’leştirmekten çekinmeyiz. Diğer taraftan, iman ve amel tercihi bakımından ‘öteki’ olduğunu açıkça resmeden birine ağzımıza çaldığı bir parmak bal ile kolayca ‘içimizden biri’ yapmaya yatkınızdır.
İşin birinci kısmını geçelim. En başta dediğim gibi, ehl-i dinin ‘nabza göre şerbet’ vermeyen hakikatli mü’min kardeşlerine karşı nedense ve nasılsa istimal edebildiği insafsız bir ‘zan’dır ve ciddi bi ahlâkî zaaftır bu.
İkinci kısmı ise, sanırım, yazıya başlığını veren İngilizce deyimle birlikte açıklamak olasıdır. ‘Wishful thinking’i harfi harfine bir tercümeyle ‘istekli düşünme’ filan diye çevirmek pek uygun düşmüyor. Bilakis, bu ifade, Bediüzzaman’ın ‘arzuya fikir suretini giydirmek’ diye tarif ettiği bir duruma tekabül ediyor. Olmasını dilediğimiz, öyle olmasını arzu ettiğimiz bir durumda, bunu bir ‘arzu’ suretinde değil, vâkıa imiş gibi görmeye yatkın oluyoruz; dolayısıyla bu arzuyu düşünülmüş taşınılmış birşey suretinde algılayıp algılatmaya temayül gösteriyoruz. İlgili husustaki verileri de, bu ‘arzu’ya uygun şekilde yorumlayıp biçimlendiriyoruz. ‘Wishful thinking,’ kulağa hoş gelen ‘wish’ ve ‘thinking’ gibi iki hoş kelimeden mürekkep olsa da böylesi bir olumsuz durumun ifadesi...
Ve gerek kendi hayatıma, gerek bir bütün olarak mü’minlerin hayatına baktığımda, ‘öteki’ ile temasımızda ‘wishful thinking’in sıklıkla devreye girdiğini, ‘öteki’ni ‘beriki’nden üstün görme halet-i ruhiyesiyle de karışık bir vaziyette ‘öteki’nin hidayetine duyulan özlemin bizi ölçüsüz bir hüsnüzana sevkettiğini görüyorum. ‘İlk bakışta aşk’ misali, ‘öteki’yle ilişkimizde bir sözde, bir yazıda, bir temasta, bir anda hidayet beklentisi taşıyoruz çoğunlukla. Bu beklenti içerisinde, hoşumuza giden bir söz, bir arayış cümlesi, halinden bir nedamet ifadesi bizi hemencecik ‘ha oldu, ha olacak’ beklentisine itiveriyor. Burnumuzun dibinde bir kardeşimizin mahzâ hakikat yüklü binlerce düşüncesi ve her biri bir insanlık şaheseri yüzlerce davranışı dururken, müthiş bir körlük ve nankörlükle bunları elimizin tersiyle iterken, ‘bir sözde ve bir fiilde hidayet’ umuyoruz beri tarafta...
Yanlış anlaşılmasın, ‘bütünüyle kuşkuda’ olalım teklifini yapacak değilim.
Ama yaşı kırkı geçmiş ve bu ‘wishful thinking’in eşliğinde kaç kez zokayı yutmuş bir mü’min olarak, bu kadar aceleci olmamamız, kalbimizi bu kadar kolay açmamamız, bir bakışta aşk, bir çiçekte bahar, bir sözde hidayet ummamamızı hayatî derecede önemli buluyorum.
Zira, böyle yapmadığımızda, açık ve kesin bir şekilde, kullanılıyoruz. Evet, kullanılıyoruz!
Birileri var ki, onların herkese hitap etmesi gerekiyor.
Bunların kimi siyasetçi, kimi yazar, kimi işadamı, kimi sanatçı... Onların ‘herkesin sevgilisi’ olmaya ihtiyacı var. Onlar ‘Bizi herkes sevsin’ istiyorlar. Çünkü birinin kaseti bu şekilde çok satacak, berikinin kitabı; ötekinin ürettiği ürün bu şekilde her pazara girecek, beriki bu şekilde çok okunan köşe yazarı olacak; falan bu şekilde her eğilimden oy alacak, filan her kesimin etkinliğine, sempozyumuna, konferansına, televizyon programına çağrılacak. Elbette, bütün bunlardan şöhret gibi ‘manevî rant’ edindikleri kadar, bu manevî rantla orantılı biçimde ‘maddî rant’lar da edinecekler; ağzımıza çaldıkları bal karşılığında bize bir ‘bedel’ ödetecekler.
Ama iş kritik eşiğe geldiğinde; meselâ ‘bizi sevmeleri’nden dolayı bir zarar uğramaları mukadder olduğunda, yanımızda görmeyeceğiz onları... İş bu noktaya geldiğinde, yanımızda olmak, bize kol kanat germek, düne kadar hakkında demediğimizi bırakmadığımız, suizannı esirgemediğimiz mü’min kardeşlerimize düşecek.
Bu film nice zamandır oynandı, hâlâ daha oynanıyor, biz izlemekten öte alkış tutmaya devam ettiğimiz sürece sanırım hâlâ daha oynanacak.
Bu filmin en azından bize karşı oynanmaması için ise, galiba bu zevat bize birşeyleri sormadan bizim onlara birşeyleri net biçimde hissettirmemiz gerekiyor.
Meselâ, bilmeliler ki, bizler iyi insanlarız, herkes için iyilik ve hidayet umuyoruz, ama onların bizi sevmesi için İslâm’ın hasmı olmakla şöhret bulmuş birilerini sevmeye de niyetli değiliz, onların hatırına Kur’ân’ın aile ve kadın konusundaki duruşundan vazgeçip bu noktada modern/postmodern kulvara geçmeye de niyetimiz yok, eşcinselliği de ‘bir tercih özgürlüğü’ olarak değerlendirip mazur görmeyeceğiz.
Herkesi cennete yönelmiş görmeyi istemeye itirazım yok. Bu ümittir ki, bizi ömür boyu bir davet insanı kılar, katı ve sevgisiz biri olmaktan korur.
Ama tadında bırakmak şartıyla...