Dün nasıldı bilinmez, ama bugün ehl-i dinin sergilediği en ciddi düşünce zaaflarından biri, ‘siyah ve beyaz’ mantığıdır. İşin ilginci, “Ya siyahtır, ya beyaz!” denklemi, neredeyse sürekli ‘siyah’ lehine işler. Farklılığa kapalı, dışlamaya açık bir zeminde yürür. Böylesi bir mantığı benimseyenlerin elinde, tek bir yanlışınızla, ‘beyaz’lıktan çıkıp ‘simsiyah’ kılınmanız, üzerinize kara çalınması, üstünüzün çizilmesi pekâlâ mümkündür. Meselâ, binlerce hakikat cümlesi yazmış bir mü’min, bize yanlış gelen tek bir cümlesinden dolayı ‘sapmış’ muamelesi görebilir. Binlerce hakikatli davranışını gördüğümüz bir başka mü’mini, yine, gördüğümüz tek bir yanlış davranışı yüzünden siler geçeriz.
Oysa, doğru bizim tekelimizde olmadığı gibi, aslolan farklılıktır. Zira, doğru bir olsa bile, bir veçheli değildir. Aynı binanın farklı açılardan farklı gözükmesi gibi, aynı hakikat farklı açılardan farklı gözükebilir; dolayısıyla, ortaya ‘hakikat’e dair bir dizi farklı görüş ve yorum zuhur edebilir. Hele, manzaranın biraz uzağında isek yahut alacakaranlıkta ona bakıyorsak, serdedilen görüşler arasındaki fark daha da büyük olur. Hatta, araya isabetsiz, yanlış, resmin, manzaranın, evin, hakikatin hakikî haline hiç uymayan görüşler dahi ortaya atılabilir.
Dolayısıyla, aslolan, ‘aynı düşünmek’ değildir. Aynı halis niyetle düşünmektir. İslâm tarihi boyunca, Kur’ân ve hadiste açık ve kesin biçimde belirtilmiş hususlar dışında ‘içtihad’a gösterilen açıklık, bu bakımdan anlamlıdır. Yeri geldiğinde birbirinin zıddı hükümler verebilmiş selef-i sâlihînin, ‘içtihad’ alanında kaldığı müddetçe bu hükümlerin hepsine hayat hakkı tanıması, hele hele yanlış bir hükümden dolayı hükmün sahibini dışlama gibi bir cür’ete asla girişmemesi ise, özellikle kayda değerdir.
Bu meyanda, bazı konularda sahabiler arasında dahi öylesi görüş farkları ortaya çıkmıştır ki, bu farklı fikirlere sahabilerin gösterdiği tahammülü bugünün mü’minlerinde görebilmek zordur. Meselâ, Abdullah b. Mes’ud’un veya Abdullah b. Abbas’ın Kur’ân’ın tefsiri konusunda en ziyade temayüz etmiş iki sahabi olmakla birlikte bazı noktalarda öyle ‘şâz’ görüşleri vardır ki, sahabiler birkaç noktadaki bu ‘aykırı’ görüşlerinden dolayı onlara lâf kondurmayı, üzerlerine kara çalmayı asla düşünmemişlerdir. Oysa, bugün böylesi durumlarda bizim sergilediğimiz performans, esef verici ve derinlikli bir tefekküre aday dimağlar için cesaret kırıcıdır.
Sözgelimi, Fâtiha’nın Kur’ân’dan bir cüz olmadığı; ‘ümmü’l-Kur’ân’ olarak Kur’ân’dan ayrı bir vahiy olduğu şeklinde bir görüş; yahut Felâk ve Nâs’ın iki Kur’ân sûresi değil, Peygamber’e vahyedilmiş iki dua olduğu şeklinde bir görüşü, sahabiler değil, biz onlardan duysak ne yapardık? İbrahim aleyhisselamın sünnet ettiği oğlunun İsmail değil İshak olduğu şeklinde bir görüş yahut İsa aleyhisselamın gerçekten ‘öldürüldüğü’ şeklinde bir görüş, bu görüşü serdeden güzide bir sahabiyi sair sahabilerin gözünden düşürmediği halde, böyle bir durumda biz onları ‘Hıristiyanlar’ hanesine yazmaya yeltenmez miydik? Hatta, içimizden, onlara ‘gizli misyonerlik’ dahi izafe eden ‘niyet okuyucular’ zuhur etmez miydi?
Oysa, esasta ve ‘muhkemat’ta asla ihtilafa düşmemiş sahabiler, ‘müteşabihat’ta ve içtihada medar meselelerde böyle çok uç fikirler de serdedebilmişlerdir.
Bu tablonun belki en keskin örneği ise, Hz. Osman’ın katli sonrasında yaşanan içtihad mücadelesidir. Hz. Ali’nin mümessili olduğu görüşe göre, cinayetin cezası olan kısas ancak cinayeti bizzat işleyene uygulanabilir. Hâlihazırda bu kişi tesbit edilemediği için de, bu kişi tesbit edilene kadar beklenmelidir. Hz. Talha ve Hz. Zübeyr gibi sahabilerin de içinde olduğu grubun görüşüne göre ise, geciken adalet adaletsizliğe yol açabilir; birilerini benzeri cinayetler için cesaretlendirebilir; o halde, madem ki hepsi cinayete teşebbüsün içinde yer almışlardır, kılıcı bizzat çeken olmasalar bile cinayetin cezasının hepsine ödetilmesi gerekir.
Alın size bir büyük ‘içtihad’ meselesi. İki taraf da, haklı bir gerekçe ortaya koymaktadır. İki tarafın da, bu içtihadını serdederken, dayanak olarak ortaya koyduğu âyetler vardır. Bu durumda, mutlak ve kesin biçimde bu iki görüşten birine siyah, diğerine beyaz demek mümkün müdür? Hele, bu görüş ayrılığına binaen, bu iki içtihadı serdeden sahabiler grubundan birine beyaz deyip diğerinin kişiliğine kara çalmanın insafa sığar bir tarafı var mıdır?
İşin en dikkat çekici tarafı ise, bu keskin ihtilafın iki tarafında da, henüz hayatta iken ‘cennetle müjdelenen’ sahabiler vardır.
Yani, Hz. Peygamber tarafından ‘cennetle müjdelenen’ Hz. Ali, bu meselede, yine Hz. Peygamber tarafından ‘cennetle müjdelenen’ Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’le ihtilafa düşmüş, dahası bu ihtilafın ucu savaşa kadar varmıştır.
Bu durum, ne öğretir bize?
‘Görüş ayrılığı’nın, hatta ‘görüş zıtlığı’nın, ‘iman ayrılığı’ anlamına gelmediğini öğretir en başta. Zira, (a) görüşünü serdeden sahabi de cennetle müjdelenmiştir, (z) görüşünü serdeden sahabi de.
Peşisıra, yanlış bir görüşten dolayı, o görüşün sahibini de ‘yanlışlamama’yı, onun imanı hakkında olumsuz bir çıkarımda bulunmamayı öğretir. Bir noktada ‘siyah’ bir görüşün sahibi bir kişi, buna rağmen, ‘bembeyaz’ bir kişi olabilir! Nitekim, bir noktadaki, hem de çok kritik bir noktadaki ‘yanlış’ içtihadları, Talha b. Ubeydullah (r.a.) ve Zübeyr b. Avvam’ı (r.a.) ‘aşere-i mübeşşere’nin dışına çıkarmamıştır. Onlar, bu yanlış içtihadlarıyla birlikte ‘cennetle müjdelenen on sahabi’dendirler; ve hatta, ‘içtihad’a dair hadisten öğrendiğimize göre, isabet etmedikleri halde bu ‘içtihad’larından sevap almışlardır. Ki, bir de isabet etseler, sevapları ikiye katlanacaktır.
Bu aşere-i mübeşşere tablosundan, bugünün mü’minlerinin alacağı çok ders bulunmaktadır.