Bediüzzaman Said Nursi 12. Sözde Kur'an Medeniyeti ile Felsefe medeniyetini mukayese ederken şöyle der: "Hayat-ı içtimaiyyede nokta-i istinadı "kuvvet" kabul eder. Hedefi "menfaat" bilir. Düstur-u hayatı "cidal" tanır. Cemaatlerin rabıtasını "unsuriyet, menfî milliyet"i tutar. Semeresi ise "hevasat-ı nefsaniyyeyi tatmin "ve "hacât-ı beşeriyyeyi tezyittir." Hayatta kuvvetin şe'ni "tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kafi gelmediğinden "üstünde boğuşmaktır." Düstur-u cidalin şe'ni "çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni "başkasını yutmakla beslenmek olduğundan "tecavüzdür." İşte bu hikmettendir ki beşerin saadeti selb olmuştur."
Yalancı, dessas Batı felsefesinin yetiştirdiği bu anlayış, Kur'an'ın malı olan Demokrasi (Münazarat'taki adıyla Meşrutiyet-i meşrua), barış, hürriyet gibi değerleri sömürerek, maske yaparak, "kuvvet" kullanmakta ve "Güçlü olan haklıdır" kuralıyla adaleti zulme dönüştürmek suretiyle dünyayı cehenneme çevirmektedir.
Üstadın Batı medeniyetini anlatırken kullandığı olumsuz kriterler elbette ki Batı'da yaşayan tüm insanlara uyarlanamaz. Zaten o, Batı medeniyetini ikiye ayırarak Süfyanizm yönüne dikkat çekmiştir. Bu Süfyanî yönü için kullandığı tanımlamaları tümüne şamil saymak elbette ki haksızlık olacağı kadar, bizi toptancılık anlayışıyla fanatizme de düşürür.
Üstadın kastettiği olumsuz yön, daha çok bugün belli para babalarının, dünyayı yöneten üst aklın ve Haçlı-Siyon hedeflerinin has adamları tarafından sürdürülmektedir.
Batı bunları yaparken ilginçtir ki Üstadın saydığı hak, hukuk, barış, hürriyet, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi olumlu değerlerin arkasına saklanmaktadır. Yani geçerli olan yine Kur'andaki hakikatlardır. Fakat maalesef bu değerleri maske yapan Süfyanî/Deccalî cephe şeytanî siyasetle hareket etmenin bir gereği olarak hep bu söylemlere sığınarak menhus emellerine ulaşmaya çalışmaktadır.
Hukuk bir artı değerken, Batı Medeniyeti bunu kendi hakkı ve egemenliği için esas kabul etmekte, başkalarına çok görmektedir. İnsan haklarını temel alma ilkesine göre icraat yapmayı önceliklerken kendi menfaatleri söz konusu olduğunda bunları çiğnemeyi doğal bir hak olarak kabul etmektedir. Amerika'nın 11 Eylül baskını ile ilgili olarak Suudi Arabistan'ı suçlayıp 750 milyar dolarına el koymaya çalışması ve İngiltere Başbakanının İngiliz askerleri için insan haklarını çiğnemeyi meşru görmesi bunun en yakın zamandaki örneklerindendir. Rıza Zarrab olayında da görüldüğü gibi, dünyanın tüm kirli ve pis para, petrol, uyuşturucu, silah mafyası hareketlerinin içinde olduğu halde sözgelimi Asya'daki ve Afrika'daki ülkelere illegal hareket yapıyor diye hukuku, insan haklarını, ileri sürerek siyasi veya sosyal alanlarda mücadele etmeyi kılıfına uydururken ABD'nin ve AB'nin gizli, kaçak-göçük yüzlerce illegal hareketleri, özellikle para ve petro-dolar hareketleri hiç söz konusu edilmemektedir.
Yakın geçmişte Irak'ın işgalinde ABD dünyaya barış ve huzur getirmek için, halkların hakkını hukukunu korumak için dünya jandarmalığının gereği olarak Irak'ı işgal ettiğinde, sömürünün, yağmacılığın daniskasını yapmıştır. Ortaçağ Avrupası'nın vahşetini bile geçen, Hitlere rahmet okutan bir kıyım ve kırım yaşatmıştır.
ABD'nin Irak işgalinde, Bağdat'a ilk giren birlikler Savunma Bakanlığının yanındaki kütüphaneyi yok etmişler ve petrol tesislerini de güvenlik çemberine aldılar. Irak Millî Kütüphanesi'nde 500 bin kitap vardı ve bunların 4 bin tanesi el yazmasıydı. 2 bin 618 adet periyodik yayın da çabası. Bütün bu kütüphaneler Bağdat'ın Hulagu-Cengiz-Moğol istilasında olduğu gibi yağmaladıktan sonra yakmışlardır.
Bu yağmalama ve yakmalardan Arkeoloji müzesi ve Osmanlı Kışlası da nasibini almış, dahası, Millî Kütüphane başta olmak üzere Saddam Hüseyin El Yazmaları Kütüphanesi ile Evkaf Kütüphaneleri de yağmalandıktan sonra yakılmaktan kurtulamamıştır. Bugün ABD’ye sormak lazım, bu kitaplar nereye gitti? Kimler yağmaladı? ABD'nin hangi müzesinde veya antika eserler müzayedesinde? Niçin Iraklıların güvenliği değil de kütüphanelerin, antik eserlerin ve müzelerin yağmalanması önceliklendi?
İşgal sırasında tecavüze uğrayan kadın ve kızların sayısı ve akibetleri de bilinmiyor.
İşgali takip eden günlerde bilinen rakam olarak 5 bin Iraklı kadına tecavüz edilmiş, bunlardan 2 bin tanesi tecavüz mahsulü çocuğunu doğurmamak için intihar etmiştir. Dünya kamuoyunun çok sonra duyduğu Ebu Gureyb ve Guantanamo cezaevlerinde yapılan işkenceler sonucu kaybedilenler, öldürülenler Hitlerin toplama kamplarından beter yerlerdi. Şimdi Vietnam'ı, Afganistan'ı, Somali'yi vb. hesaba katmadan sadece Irak'ta insanlık dışı uygulamayı yapan Amerika, Suudi Arabistan'a dava açıyor ve bankalarındaki paralarını bloke etmek istiyor.
Batı'nın bu Süfyanî yönü, artık klasik savaş usüllerini bırakarak yeni stratejik taktikler uygulamaktadır. Söz gelimi bir ülkeyi işgal edip, yer altı yer üstü kaynaklarını sömürmek istediğinde önce o ülkede ihtilaf çıkararak bir tarafa kendi hedeflerini mal ederek iç çatışma çıkarmakta sonrasında A, B planları devreye sokulmaktadır. Eğer desteklediği taraf kazanırsa stratejik ortaklık ve yardımcılık rolüyle o ülkeyi sömürmeye başlamakta, karşı taraf kazanırsa zaten yorgun düşmüş bir galibe B planı, C planı çerçevesinde baskı yaparak, tükenmiş enerjisiyle o cenahı teslime mecbur duruma düşürmektedir.
Bu ikiyüzlü utanmazlığa karşılık Iraklıların ABD'nin işgalde yaptığı zulümlere karşılık mahkemelere koşup dava açmaları gayet yerinde olmakla birlikte bu şikayetlerin ciddiye alınması hemen hemen imkansız görünüyor. Çünkü Batı için hukuk ancak kendi menfaatleri söz konusu olduğunda vardır. Başkaları için bahse bile değmemektedir.
Hülasa “kuvvetliyim, o halde haklıyım” felsefesi yeryüzünden dışlanmadıkça insanlığın çekeceği var.