Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Âl-i İmrân Suresi 110-115. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
110 . (Ey ashâb-ı Muhammed! Siz,) insanlar(ın iyiliği) için (ortaya) çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz; iyiliği emreder, kötülükten men‘ eder ve Allah’a îmân edersiniz! (1) Eğer ehl-i kitab (yahudilerle hristiyanlar) da îmân etseydi, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden îmân edenler vardır, ama onların çoğu (dinden çıkmış) fâsıklardır.
111 . Onlar size, eziyetten başka aslâ bir zarar veremezler. Hem sizinle savaşırlarsa, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım (da) edilmez.
112 . Nerede bulunsalar, (cizye vermek şartıyla) Allah’ın ahdi ve insanların (mü’minlerin) ahdi ile (sığınmış olmaları) müstesnâ, üzerlerine aşağılık (damgası) vurulmuştur; (2) Hem Allah’ın gazabına uğradılar ve üzerlerine meskenet (yoksulluk damgası) vuruldu! Bu, şübhesiz onların, Allah’ın âyetlerini inkâr etmekte ve haksız yere peygamberleri öldürmekte olmaları sebebiyledir. (Ve yine) bu, (onların) isyân etmeleri ve haddi aşmakta olduklarından dolayıdır.
113 . (Ancak, onların) hepsi bir değildir. Ehl-i kitabdan (istikāmet üzere) doğru olan bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde Allah’ın âyetlerini okurlar ve onlar (namaz kılarak) secde ederler. (3)
114 . Allah’a ve âhiret gününe îmân ederler, hem iyiliği emreder, kötülüktenmen‘ ederler ve hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar! Böylece işte onlar sâlihlerdendir.
115 . Ve (onlar) ne hayır işlerlerse, artık şübhesiz ondan (sevâbından) mahrum bırakılmayacaklardır. Çünki Allah, takvâ sâhiblerini hakkıyla bilendir.
1- Bu âyetin tefsîrinde, Hz. Ömer (ra)’ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Allah dileseydi اَنْتُمْ [Siz] zamirini kullanırdı, hepimiz bu âyetin içine girerdik. Fakat Allah كُنْتُمْ [Siz oldunuz] ifâdesini kullanarak, bu âyeti sâdece Muhammed (ASM)’ın ashâbına has kılmıştır. Kim onların yaptığı gibi yaparsa, insanlar için seçilmiş en hayırlı ümmet olur.” (Kenzu’l-Ummâl, c. 1, 238)
2- “Hayât-ı ictimâiye-i beşeriyeyi (insanlığın ictimâî hayâtını) sarsan ve sa‘y-i ameli, sermâye ile (işçileri sermâye sâhibleriyle) mübâreze (mücâdele) ettirip fukarâyı zenginlerle çarpıştıran, muzâaf ribâ (kat kat fâiz) yapıp bankaları te’sîse (kurmaya) sebebiyet veren ve hîle ve hud‘a (aldatma) ile cem‘-i mâl eden (mal toplayan) o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve dâimâ zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve gāliblerden intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi‘ ihtilâle parmak karıştıran yine o (yahudi) millet(idir). (...) İşte şu milletin seciyelerinde (huylarında) ve mukadderâtında münderic (yerleşmiş) olan şöyle müdhiş desâtîr (düsturlar) içindir ki, Kur’ân onlara karşı pek şiddetli davranıyor. Dehşetli sille-i te’dîb (hadlerini bildirecek tokat) vuruyor.” (Zülfikār, 25. Söz, 33)
3- Bu âyet-i kerîme, ehl-i kitabdan İslâm’a giren Abdullah bin Selâm (ra) ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. (İbn-i Kesîr, c. 1, 312)
Hasan-ı Basrî Hazretleri onları şöyle ta‘rîf eder: “Onlar, ayaklarıyla (yani kıyamda durarak) başlarını, başlarıyla (yani secde ederek) ayaklarını dinlendiriyorlardı.” (Râzî, c. 4/8, 208)