Yahya Kemal, şiirimizin en estetik duyuşlarını, terennümlerini hisseden ve yazan bir şair. Ezan-ı Muhammedi isimli şiirinde Ezan’ı “emr-i bülend” ince ve zarif bir emir diye ifade eder. Evet ezan insanları Allah’a kulluğa çağırır, ezanın muhitini çizerken de bütün alemlere yansıdığını anlatarak, Peygamberimizin (asm) yani İslamın muhitleri ile de sınırlı olmadığını ifade eder. Çünkü ezan bütün semavat ülkelerine de yansır. Melekler, ruhaniler onun yüksek gıda-yı ulvisinden haz duyarlar. Benim bir köpeğim var, sokakta ama bana arkadaş. Yürüdüğümde hep yanıma gelir, garip bir şey o ezan okununca özellikle Allahuekber sadalarını duyunca başını gökyüzüne dikiyor ve garib bir uluma sesiyle hayretini ifede ediyor, başka köpekler de aynı durum yok.
Ezan-ı Muhammedi
Emr-i bülendsin ey Ezan-ı Muhammedî.
Kâfi değil sadâna Cihân-ı Muhammedî.
Sultan Selîm-i Evvel'i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi Şan-ı Muhammedî.
Gök nûra garkolur nice yüzbin minâreden
Şehbâl açınca Rûh-u Revan-ı Muhammedî
Şu mısraların derinliğine bak, Ruh-ı Revan-ı Muhammedi bunu hissetmek ancak büyük şaire has.
Ervah cümleten görür Allah-ü Ekber'i
Akseyleyince arşa Lisan-ı Muhammedî
Bu mısralarda da Ezanın nasıl arşa kadar gittiğini anlatır. Bu şiir Kırkıncı Hoca’nın odasında asılı dururdu. Geçen gittiğimde göremedim, üzüldüm ağladım, dedim herhalde temizlik yapmak için kaldırmışlardır.
“Velateşteru biayati semenen kalile”, bütün değerlerimizi kıymetine uygun anmıyoruz, öyle maddileştik. Necip Fazıl’ın şeyhine söylediği şiiri de çok beğenir okurdu. Ben gittiğimde bana “Benim efendim” derdi. Bir gün de bana birilerinin yanında “Bu keçeli eskiden saçlarımı ağarttı şimdi de yüzümü ağartıyor“ dedi. Erzurum Iğdır’a yakın ama gitmek istemiyorum annem yok, babam yok, hocam yok. “Geldi amma neyledim sensiz baharın şevki yok“ diyen Recaizade gibi düşünüyorum. Bestekar Şevki Bey ölünce bu şiiri yazar Recaizade.
Şevki Yok
Gül hazîn... sünbül perîşan... Bâğzârın şevki yok..
Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok..
Başka bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok..
Âh eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok..
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!
Farkı yoktur giryeden rûy-ı çemende jâlenin.
Hûn-ı hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin.
Meh bile gayretle âğûşunda ağlar hâlenin!
Gönlüme te’siri olmaz âteş-i seyyâlenin.
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!
Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb..
Câna geldikçe temâşâ-yı ufuktan pîç ü tâb..
İhtizâz eyler çemen.. izhâr eder bin ızdırâb..
Hem tabîat münfail hicrinle.. hem gönlüm harâb…
Geldi ammâ n’eyleyim, sensiz bahârın şevki yok!
Atik Valideden İnen Sokakta
İftardan önce gittim Atik-Valde semtine,
Kaç def'a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,
Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti
Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;
Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları
Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı.
Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;
Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün.
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri.
Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Yahya Kemal İstanbul’u çok sever demek yetmez. Hiç kimse bu yüzyılların manevi şehrini onun kadar derinden hissedemez. Bediüzzaman da İstanbul’da çok kalmış. Ona “Yeryüzü cenneti” der. Yahya Kemal ve Bediüzzaman her türlü ihanet ve yıkılış hareketlerine rağmen hiç olumsuz söz söylememiş, millete en güzel şeyleri, şiirleri hediye etmişlerdir. Bu gün böyle karışık ve estetik bir şiir yazısı yazdım, hissetmek güzel şey.
Süleymaniye’de Bayram Sabahı
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib alem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sukünette karıştıkca karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmiş buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bügün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,
Senelerden beri ru'yada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varliğının bir yere toplandığını;
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir'i
Ne kadar saf idi siması bu mu'min neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşıyan varisi hem sahibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Karşı dağlarda tutuşmus gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, cok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı?
Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Beyazıd'dan, Van'dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgarını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan..
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;
Belgrad'dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine.
Çok sükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı….
Sanat bakıştır, burada dokuz asrı içine alan bir bakış vardır. Bir camide dokuz asrı kapsayan bir bakış söz konusudur. Orada bütün bunları anlatacak. Tasarım ve o tasarımı gerçekleştirmek geniş, çok geniş muhayyile ile olur. Büyük sanatçı dehalar tasarımları, muhayyileleri ile büyüktürler. Kendi gök kubbemiz altında, vatanı semavi bir apokaliptik imajla anlatmış. Yahya Kemal orjinaldir, herşeyi eşsizdir. Orjinali düşünmek sıradanlıktan sıyrılmaktır. Klasik mekan anlayışını, zaman anlayışını kaldırdı, dokuz asrı bir zaman-mekan haline soktu. Şimdi o mekana bakıyor. Dünyadaki zamanı aradan kaldırdığında süreklilik halindeki bir zamanı ortaya koydu. Mazi, hal, istikbal yok, hepsi birbirinin içinde ebediyete yakın bir zaman tasarımı. Tarihi geçmiş gitmiş değil, sürekli şimdiki zaman olarak yaşanmakta olan haline getirmiş.
Yahya Kemal fikrini gerçekleştirmek ve somutlaştırmak için büyük bir hayal ortaya koymuş. Çok fikri unsuru bir araya getiriyor, çoklukta birlik estetiğin en önemli ilkesi burada tarihi, zamanı, mekanı, camii, İstanbul’u, bir estetik enmuzec haline getirmiş. Böyle bir hayali düşünmek ve somutlaştırmak deha olan sanatçının özelliği. Tahayyül bir düşünceyi sonra da ona uygun atmosferi gerçekleştirmek.
Bir estetik unsur da sezgi ve düşündüğünü akli bir derin kavrayışla izah etmek. Büyük sezgiler de ancak büyük estetik sanatçıların özelliğidir. Bir mukaddes mekana bir milleti herşeyiyle, herşeyi yerli yerine koyarak anlatmak. Estetik herşeyin yerli yerinde olduğu bir metafizik kavram. Onu hisseden Yahya Kemal. İnsan herşeyi yerli yerinde bir canlı, alem herşeyi yerli yerinde bir canlı. Yahya Kemal herşeyi yerli yerine koyan bir büyük dahi sanatçı. Hani Tanpınar’ın ”Herşey Yerli Yerinde” diye bir şiiri var, talebe, hoca herşey yerli yerinde.
Süleymaniye Camiine ve bir büyük ümmete, millete bu tasarım yakışır. Bunları hep düşünmüş ve ona göre hayal tasarım kalem bakışı kullanmış. Zihnin her hangi bir düşünceye, doğruya akli yorumlar yapmadan doğrudan doğruya ulaşması. Descartes bize sezgiyi ilk olarak yorumladı. Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri, şiirin bütün safahatını gözden geçirince meseleye getirilen Camiiyyeti düşünmek büyük bir sezgi fiili. Descartes felsefesinde ilk doğrular da onlar arasındaki bağıntılar da zihin doğrudan doğruya fiili olan sezgiyle elde edilebilir, ya da görülebilir. Descartes şöyle der, sezgi bir yandan tüm basit doğalara bir yandan da onların aralarındaki zorunlu ilişkilerin bilgisine yönelir. Ayrıca anlama kabiliyetinin imajlarda apaçık bir biçimde varlığını belirlediği anlarda apaçık bir biçimde varlığını belirlediği tüm öbür şeylere yönelir. Böylece Descartes sezgiyi zihnin kendi içinde basit doğrulara ulaşması fiili olarak görür. Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde ilk sezgi bir milleti herşeyiyle bir bütünlük içinde anlatmakdır. Bu sezgi şairin tecrübi sezgisidir. Doğrudan doğruya şairin şuurundan ve mensubu olduğu millete bakışından doğmaktadır. Şiir boyunca sezgi çekirdek sezgiden gelişmeye doğru gider, gittikçe unsurlar çoğalır onları birlikte anlatma ustalığı ortaya çıkar.
Yahya Kemal de sezginin farklı tezahürleri vardır. Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde akli bir sezgi vardır. Selimname’de ise metafizik bir sezgi vardır.
Devr-i Sultan Selîm'i yazmak içün
Seyf-i meslûl kıldı hâmesini
Halk Yahya Kemâl'e rahmet okur
Gûşederken Selîmnâme'sini
Yahya Kemal hep metafizik apokaliptik düşünür ve yazar. Selimname baştan sona metafizik sezgi ile yazılmıştır. Şair yaşadığı asırdan sıyrılır büyük Yavuz’un devrine gider. Oradan asrımıza bakar ve bir savaş şiiri de olabilecek Selimname’yi savaş imajı ile anlatır. Kınından çıkmış gibi Yahya Kemal’in kalemi de asakir-i Osmaninin kılıçla yaptığı fütuhat gibi Selimname’yi yazar, ve insanlar bu mukaddes tavır ve tutumun şiirini okurken Yahya Kemal’e de rahmet okusunlar, der. Bu şairin isteğidir.
Başlayış 1514
Eflâkden o dem ki peyâm-ı kader gelür
Gûş-î cihâne velvele-î bâl ü per gelür
Devr-î fütûhu Sûr-ı Sirâfil müjdeler
Hak’dan nizâm-ı âlemi te’mîne er gelür
Ebvâb-ı Ravza-î Nebevî’den firiştegân
Cibrîl’i gördüler nice demdir gider gelür
Derk ettiler ki merkad-i pâk-î Muhammed’e
Rûhü’l-Kudüs’le arş-ı Hudâ’dan haber gelür
Rûy-î zemîni tâbi-i fermânı kılmağa
Sultan Selîm Han gibi şîr-i ner gelür
Râyâtının alemleri üstünde uçmağa
Simürg-i feth hem-çü nesîm-î seher gelür
Hakan ki at sürünce bir iklim-i düşmene
Pîş ü pesinde mahşer-i tîg ü teber gelür
Ey gaasıb-ı diyâr-ı Arab bekle vaktini
Evvel cezâ-yı saltanat-ı sürh-ser gelür
Kaç fâtih-î zaman gören Îran-zemin bugün
Görsün kiminle hangi cüyûş-î zafer gelür
Tekbîrlerle halka ıyân oldu tuğlar
Sahrâ-yı Üsküdâr’e revân oldu tûğlar
Selimname’nin bu başlayış kısmı Yahya Kemal’in kariha-i diniyesinin derin olduğunu gösteriyor. Yavuz Sultan Selim Han bir rivayette mehdi, bir rivayette müceddid. Çünkü onun icraata başladığında gerek anadolu, gerek Osmanlı buhranlar içindeydi. Alevi-Sünni kavgaları, propogandaların perişan ettiği anadolu, halkın rahatsızlığı, Şah İsmail‘in densizlikleri, halifenin yönetim aczi, Türk-Kürt birliğinin sağlanması bütün bunları bu ilahi adam yani bizim atamız, Yavuz Sultan Selim yapmış. İstanbul’a geldiğinde İstanbul halkı onu alayiş, debdebe ve tantana ile karşılamak için hazırlıklar yapmışlar. O da utancıdan “ya bana da bir gurur gelirse“ demiş gece saraya girmiş.
Semavat her zaman yeryüzü ile alakadardır. Büyük bir coğrafyanın bu ilahi görevlendirme Allah-ı Zülcelal, Cebrail, Hz. Muhammed (asm) arasındaki konuşmalarla tahakkuk eder, göreve göre bir Zat düşünülür ve bu Hz. Yavuz‘dur. Siyasi parti liderlerinden garabet adamlardan sıra mı gelir Yavuz’a Yahya Kemal’e.
Yahya Kemal şiirde arkaik sultanın büyüklüğü ve vasifesinin azametine uygun bir dili özelikle kullanmıştır. Bizim ekabir-i üdeba-ı münekkidin habire eski eski dil gibi yaftaları kullana dursunlar, bir dilin eskisi yenisi mi olurmuş. Koca bir roman Selimname, Yahya Kemal’in dil muhitini hafıza-i kübrasını nasıl anlatır, Yahya Kemal’i anlamayan, anlatmayan nasıl üdeba profesör diye geçinir. Edebiyatçıların davası yok, dindarların çoğunun olmadığı gibi. Bir tarafta bin yıllık edebiyat bir tarafta din, işte sana iki kanat uçsana haydi sana koca bir fezayı kainat. Araba sevdası, para sevdası, ağladı gitti milletin zemin ü mafihası.
Yahya Kemal yazdığının nerede olduğunu bilir ve rahmet ister okuyanlardan. Vefatından dört yıl önce bu şiir yayınlanır, kabre yakın olduğunu gören Yahya Kemal pürhaşmet Rabbine bu harika şiiri sunsa sahib-i kainat ne der acaba?