Bir keşmekeş, bir kaos... Her kafadan bir ses çıkıyor; herzenin bini bir para. Hele sema?.. Nasıl da maviden mora, oradan da siyaha doğru yol alıyor.
O anki hâlim mi? Yüreğim zıp zıp zıplıyor sanki; usare hâlindeki âsap, ipince kesilme raddesinde, koptu kopacak.
Yağmuru, selleri, su baskınlarını sürükleyip getiren yağmuru göremiyorum, ama bütün hislerimle duyuyorum onu.
Açan güneş aniden; sellerden, taşkınlardan, okyanus ve derya akınlarından azâde bir dünya. Belki de bir inci şehir; ama baş aşağı inen cadde, denizi hediye ediyor sonunda.
O da ne? Bir yığın insan; eller havada ve sıkılı, diğer ellerindeyse tırmık, nacak, balta, orak...
Fukaralar...diyorum içinden; kurun-u vustada kalmışlar, zavallılar!
Üzerime geliyorlar işaret parmaklarını dikerek bulunduğum muhite... İşte bu da onlardan. diyorlar.
Düşünmedeyim; kendimi bunlara karşı koruyabilir miyim, diye...
Aniden hads süratinde idrâk ediyorum ki, çaresi olmayan şeyde ceza girmeye ne lüzum var?
Gözlerim çevremde fırdolayı dönüyor. Etrafım bomboş arazi; biraz ötede bir yapının azametli gövdesi görünmede sadece.
O tarafa seğirtiyorum, bir yandan da; Bu bir ricat diye düşünüyorum. Okun hedefi vurmadan önce gerilmesi gibi bir hâl...
Varınca duvarın dibine apışıp kalıyorum. Bina, bina ama kapısı yok görünürlerde; yer demir, gök bakır. Arıyorum, tarıyorum; yok, yok, yok, geçit yok içeriye.
Yine de incelemeyi sürdürmeli... Bu kararla da duvar diplerinde geziniyorum. O sırada, o linç kalabalığı tehditvari yaklaşıyor hâla, bu da onlardan, diyerek...
Çaresizce bakıyorum göklere; çaresiz, yine indiriyorum bakışlarımı. Bir mazgal kapağı; mahzene iniyor gibi... Ne o? Sanki içeriden aralanıyor, kıpırdıyor. Nihayet tam açılıyor.
Oradan biri görülüyor ışık süratinde; Gel... Gel... diyor. Buradan geçip düzlüğe varabilirsin. Bir süre burada kalıp unutturabilirsin kendini. Tehlike geçince de...
Zihnime bir nakış gibi işledim: Bir süre, bir dönem, bir bekleyiş lâhzası...
Modern görünümlü ; bembeyaz bir frak giymiş; hatta süt beyaz, apak... Ve garip; papyon kravatlı! Traşlı ama gür bıyıklı, efevari...
***
Bu da bir şey mi azizim!
Kıskıvrak yakalanmıştın. Galiba ecnebi askerler; her iki tarafında... Mecburi olarak bir meçhule götürülüyorsun.
Deniz kıyısında bir yata bindirildin; ama da şaşırmıştın o an. Belki de, ben yerimden memnunum diye düşünmüşsündür.
Bir ada... Ama ıssız da değil, kimsesiz de... Etrafı fırdolayı su, ama anakaradan ırak değil; kıyıdaki şehirlerin ışıklarını bile görüyorsunuz.
Kızkulesinin oturtulduğu adacığı ne çok andırıyor. Ama oradaki binanın kızkulesinin tarihi görünüşü ve iklimiyle alakası bile yok. Her tarafı camdan bir gökdelen; ufukları bile süzebiliyorsunuz.
Binanın en üst katında, mükellef bir oda... Belki de daire. Orada merakla beklerken muhafızlar arasında, apoletli, mavi üniformalı ve şapkalı bir subay.
Generalim... demelerinden çıkarıyorsun rütbesini; elinde bir tomar süt beyaz kâğıt... Sana bakıyor sertçe; bakışlarını hâla iliklerimde hissediyorsundur. Kağıtları sana uzatıyor emrederek:
Boş yere bekleme, bari bunları doldur. derkenki ciddiyeti çok zaman onu yerinden eder.
***
Lebaleb dolu oda; avludaki portakal ağacının kokusu bile duyuluyor gibi... Kalabalığın üst başında da kim var?
Bir köyde mukim tanıdık bir İmam; Alaaddin Hoca.
Hiç beklemediğim bir konuşma yapıyor; ona yakıştıramadığım.
Belki de siyasi ve gündelik... Biraz yanındaki bey ise, bir nevi Hocam. O da beğenmediğim, tasvip etmediğim, fiillerini zararlı gördüğüm birini mâlum bir devlet kadınını- övüyor ha övüyor!
Kafamın tası atıyor gibi olunca, hiç bir şey demeden ayrılıyorum oradan; avluya giden merdivenleri inip avluya bakan o odaya; dünyaya geldiğimi bildiğim odaya iniyorum.
Oradaki yatağa oturup, yorganı başımdan aşırıyorum; garip!
O anda düşünüyorum; Sen mütekellim-i vahde değilsin ki birine karşı konuşman edepsizlik olsun.
Düşündüm sonra; kimleri temsil ediyorum ki böyle düşündüm. Elbette ki bir eserler zincirinin şahs-ı manevisini...
Odaya çıkan ve Rahmetlik Dedem Hacıemin Mehmet Bingöle ait olduğunu bildiğim evin merdivenlerini, çıktığım odaya girmek maksadıyla tırmanıyordum ki...
***
Evinizin kıymetini bilin... dediğim arkadaşın iyi hatırlar.
Evde oturuyordunuz; bir mevzuda sohbetteydiniz ailenizle. Birden telefon çalıyor, açıyorsun. Kimdir? Gördüğünüz evin sahibi.
Ağabey, diyor size; bize gelebilir misin; .................. ağabey geldi de.
Telaşlanıyorsun; çünkü o isim Zamanın Çilekeşinin bir talebesi; bir göreni...
Hemen aileni alıp gidiyorsun; orada iki oda yan yana. Birinde yaşmaklı hanımlar; aileni oraya bırakıyorsun.
Yan odaya geçiyorsun; orada millet namazda, selam verince hoşgeldin ediyorsun Kafkas kökenli Zata;
Bir bahis oku! diyor; tartışmalı bir mevzuyu okuyup açıp izah ediyorsun. O ateşin gözlü zat, başını sallayarak tasdikliyor.
***
Bunları neden mi anlattım?
Rü'ya-yı sadıka, hiss-i kabl-el vukuun fazla inkişafıdır. hikmeti ne mânalıdır.
Bilinir ki Hiss-i kabl-el vuku ( bir olayı vukundan önce hissetme duygusu) herkeste az çok mevcut.
Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına "sevk-i tabiî" diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur. (Mektubat)
Yırtıcı kuşlar gibi şuursuz hayvanlara bile bir günlük mesafeden bir laşe o sevk ile bildirilir ve onu bulmazlar mı?.
Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür. Hem herkes için, âlem-i şehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir. Hem mukayyed ve fâni insanlar için, saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temaşagâhtır. ( Mektubat) beyanlarını ispat için, bunun gibi hatıraları anmaya, bilmem ne nam verilir?
Bunların Mü'min hüsn-ü zanna memurdur hikmeti gereğince su-i tevil edilmeyeceğinden pek eminim.