Mustafa Yurdum soruyor: “Sultan Abdülhamid, neden 31 Mart sonrasında İstanbul'u işgal edip kendisini tahttan indiren Hareket Ordusu'na ateş emri vermedi? Neden bu konuda Hassa Ordusu komutanlarının ricalarını, 'Ben Halife-i İslâmım, kardeşi kardeşe kırdıramam!' diyerek geri çevirdi?”
Siz “bıkkınlık” ve “küskünlük” nedir bilir misiniz Mustafa Bey?
Hani yıllar boyu çırpınırsınız. Tabir caizse “saçınızı süpürge” edersiniz. Pek çok güzellik çıkarırsınız ortaya. Fakat fark etmeleri gerekenler bu güzellikleri fark etmezler. Küçücük ayrıntılara saplanıp varlığınızı kemirenlere iltihak ederler…
Sonunda kimseye yaranamadığınızı, sizi en çok anlamaları gerekenlerin bile anlamadığını fark edersiniz. İşte bu nokta “bıkkınlık” ve “küskünlük” noktasıdır. O noktada, “Ne halleri varsa görsünler” deyiverirsiniz.
Sultan II. Abdülhamid de öyle yaptı. Bediüzzaman'a “Şefkatli Sultan” dedirten mizacına uygun davranıp ateş emri vermedi. Devletin iki ordusunu karşı karşıya getirmedi. Devletin iki ordusunu karşı karşıya getirip ateş emri verseydi, Ahmed'i Mehmed'e kırdırmış olurdu. O zaman da “Tahtını korumak için kardeşi kardeşe kırdırttı” derlerdi.
Yani her hal u kâr da muarızlarından beraat kararı alması mümkün değildi.
Muhtemelen beraat kararını Allah'tan almayı yeğledi ve kardeşi kardeşe kırdırmaktansa, tahtını terk etti. Sürgünü, hatta ölümü göze aldı. Bu vicdanlı bir yaklaşımdır.
Ne var ki, Sultan Abdülhamid konusunu sürekli yazmak zorunda kalmak da bana bıkkınlık ve küskünlük vermeye başlamıştır. Çünkü bu memlekette kimse bilginin-belgenin, daha açıkça söylemek gerekirse, gerçeğin peşinde değildir. İnsanlar sadece kendi kanatlarının doğrulanmasını istiyorlar. Bir zamanlar birilerinden duydukları, ya da bir mecmua sayfasında çalakalem yazılmış yazıdan edindikleri “kanaat”ı bilgi-belge ile yarıştırıyorlar. Ve bıkmadan uzanmadan aynı nakaratı tekrarlıyorlar. Ama ben, yazılarımın altına “yorum” adı altında aynı saçma sapan nakaratı koyanlardan artık sıkıldım!
Bir yazımda “Abdülhamid müstebid, ancak müşfikti” dedim. Bu konunun “taraf”ları ve “taraftar”ları üzerime çullandı. Maalesef böyle oluyor. Tarihi futbol maçına dönüştürdüler. “Taraf”lar ve “taraftar”lar oluşmuş: “Abdülhamidciler”, “Vahdettinciler”, “Enverciler”, İttihadcılar”, “Atatürkçüler”, vs.
Ben bir “şeyci” değilim. İlle de bir “şeyci” olacaksam, araştırma”cı”yım. Ulaşabildiğim belgeleri, ya da o belgelerden edindiğim yorumları paylaşıyorum. Hâlâ “Sen Ulu Hakan'a 'müstebid' dedin, cenaze namazın kılınmaz” havasında yaklaşıyorlar.
Kılmayın o zaman! Dedim ve diyorum. Çünkü bu bir gerçek... Dâhi olması, vatanı 33 sene tek parça halinde tutması, Yahudileri engellemesi bunu değiştirmez. İstibdadın “zaruret”i olabilir, ama “mazeret”i olamaz! İstibdat istibdattır! Ayrıca, kendisinden sonra gelenlerin istibdadıyla mukayese edildiğinde, Abdülhamid istibdadının daha hafif kalması, istibdat yapmadığı anlamına gelmez.
Meclis lâğv edilmiş, geniş bir polis teşkilâtı kurulmuş, hürriyetler rafa kaldırılmıştır… Gazete ve dergi çıkarmak ruhsata bağlanmıştır.
Padişah ve ailesi aleyhine yayın yapmak suçtur. Bu tür yayınlar yapan gazeteler kapatılır, sorumlularına üç yıla kadar hapis cezası verilir.
Devletin güvenliğini sarsacak kışkırtıcı yayın yapan gazeteler temelli kapatılır.
Anayasa ile tesis edilen nizam aleyhinde yayın yapanlara ve gazete mesullerine bir yıla kadar hapis cezası verilir.
Hükümet ve şahısların hakkında yapılacak yayınlara verecekleri cevabın, cevap tarihinden sonraki ilk veya ikinci sayıda yayınlanması mecburidir.
Anlayacağınız, Abdülhamid döneminde sansür iyice şiddetlenmiş, bazı keyfi uygulamalara da sahne olmuştur.
Basına konulan yasaklar arasında kelime yasakları dikkati çekmektedir. Meselâ “anarşi, suikast, grev, ihtilal, irtica, irtiyab (kuşku), istibdat, inkılâb, oportünist, oligarşi, bomba, parlamento, Pan-Tûrkizm, Pan-Elenizm, cemiyet, cumhur, hürriyet, sansür, sosyalizm, zehir, randevu, disiplin, diktatör, Ermenistan” gibi kelimelerin kullanılması yasaklanmıştır.
Gazete ve mecmualarda yayınlanacak bütün yazılar önce sansür kuruluna gidiyor, orada gereken düzeltmeler yapılıyor, hatta tümden değiştiriliyor, ancak ondan sonra yayınına izin veriliyordu. Bu konularda yapılan küçük bir yanlışlık dahi gazetenin kapatılmasına sebep olabiliyordu.
İstibdat döneminde sansür sadece gazetelere değil, kitaplara da uygulanmıştır. Bu dönemde çok kitap bu sansürden payını almış ve bazı kitaplar da yakılmıştır.
İktidar gazetecilere birtakım çıkarlar sağlamış ve aynı dönemde jurnalcilik almış başını gitmiştir. Arkadaşını jurnalleyene para verilmiştir. Böylece insanlar iftiraya varan bir yola sürüklenmiştir.
Başkalarını bilemem, ama benim anlayışımda bunların yapılması “istibdat”tır. Yönetimi buna “mecbur” saymak, “istibdat” olgusunu ortadan kaldırmaz.
Kaldı ki, pek çok konuda haklı olmak demek, her konuda haklı olmak demek değildir.
Aslına bakarsanız Sultan II. Abdülhamid, tarihimizin en talihsiz hükümdarıdır. Çünkü zıtların, zıtlaşmaların arasında kalmıştır. Bir taraf “Ulu Hakan Cennetmekân Veliy-yi muazzam Sultan Abdülhamid Han-ı sâni Hazretleri” derken, diğer taraf “Kızıl Sultan” nakaratını tekrarlıyor. Sultan Abdülhamid gerçeği ise iki zıtlaşmanın arasında yitip gidiyor…
Dürüst tarihçi vicdanı bile bu konuya girip gireceğine pişman ediliyor.
Yine de kalem yazmak zorundadır, değil mi dostlarım?
Vakit