Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Hûd Sûresi 25-31. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
25,26 . And olsun ki (biz), Nûh’u kavmine (peygamber olarak) gönderdik. (Onlara dedi ki:) “Şübhesiz ben, sizin için Allah’dan başkasına ibâdet etmeyesiniz diye (gönderilmiş) apaçık bir korkutucuyum. Doğrusu ben, sizin üzerinize (pek) elemli bir günün azâbından korkuyorum.” (*)
27 . Bunun üzerine kavminden inkâr edenlerin ileri gelenleri dediler ki: “(Biz) seni ancak bizim gibi bir insan olarak görüyoruz ve sana basit görüşlü aşağı (tabakada) olanlarımızdan başkasının tâbi‘ olduğunu görmüyoruz. Bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz; bil‘akis sizi yalancı kimseler zannediyoruz.”
28 . (Nûh) dedi ki: “Ey kavmim! Söyleyin bakalım; ya (ben) Rabbimden apaçıkbir delîl üzerinde isem ve (O), bana kendi katından bir rahmet vermiş de, (o rahmet) size gizli bırakılmış ise? Siz onu istemeyen kimseler olduğunuz hâlde, (biz) sizi ona zorlayacak mıyız?”
29 . “Ey kavmim! Buna (bu yaptığım teblîğe) karşı sizden bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah’a âiddir (**) ve ben îmân edenleri kovucu da değilim. Şübhesiz ki onlar, Rablerine kavuşacak kimselerdir; fakat ben, sizi câhillik etmekte olan bir kavim olarak görüyorum.”
30 . “Ey kavmim! Eğer onları kovarsam, Allah’(dan gelecek azâb)a karşı bana kim yardım eder? Artık hiç ibret almaz mısınız?”
31 . “Ve (ben) size: ‘Allah’ın hazîneleri yanımdadır’ demiyorum; hem gaybı (ben de) bilmem; ‘Ben şübhesiz bir meleğim’ de demiyorum; sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için: ‘Allah onlara aslâ bir hayır vermeyecek’ de demem! Allah, onların içlerinde olanı en iyi bilendir. (Eğer o mü’minleri kovar ve böyle dersem) o takdirde doğrusu ben mutlakā zâlimlerden olurum!”
(*) “Mâdem böyle bir ulûhiyet (Allah’ın tek İlâh oluşu) hakîkati var, elbette iştirâki (ortaklığı) kabûl edemez. Çünki ulûhiyete karşı, yani ma‘bûdiyete (ibâdet edilmeye lâyık oluşa) karşı şükür ve ibâdetle mukābele edenler, kâinât ağacının en nihâyetlerinde bulunan zîşuûr (şuûrlu) meyveleridir ve başkaların o zîşuûrları memnûn ve minnetdâr edip, yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden, çabuk unutturulabilen hakîkî ma‘budlarını (ilâhlarını) onlara unutturması, ulûhiyetin mâhiyetine (ma‘nâsına) ve kudsî maksadlarına öyle bir zıddiyettir (zıdlıktır) ki, ulûhiyet hakîkati hiçbir cihetle müsâade etmez. Kur’ân’ın çok tekrârile ve şiddetle şirki (Allah’a ortak koşmayı) red ve müşrikleri Cehennem ile tehdîd etmesi, bu cihettendir.” (Şuâ‘lar, 7. Şuâ‘, 138)
(**) “Neşr-i hak (hakka hizmet) için enbiyâya ittibâ‘ etmekle (peygamberlere tâbi‘ olmakla) mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler: اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَي اللّٰهِ [Benim ücretim ancak Allah’a âiddir] اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَي اللّٰهِ diyerek insanlardan istiğnâ (minnetsizlik) göstermişler.” (Mektûbât, 2. Mektûb, 9)
“İlim ve dîni neşre (yaymaya) çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğnâ ve kanâatle hareket etmezse, hem ehl-i dalâletin (dinsizlerin) ittihâmına (suçlamasına) hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi (ilmin yüceliğini) muhâfaza edemez. Hem salâhat (dindarlık) ve neşr-i din (dîne hizmet) gibi umûr-ı uhreviyeye (âhiretle alâkalı işlere) mukābil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fânî (geçici) bir sûrette yemek demektir.” (Mektûbât, Fihriste-i Mektûbât, 143)