Yirmi İkinci Sözün birinci makamının girişi, kozmik dizgiyi, yaratılış binasını anlamlandırma konusunda eski Yunan’ın, modern çağ felsefesinin, beşeri dinlerin, mitolojilerin ve edebiyatın hepsinin yanlış telakkilerine cevap veren cami, çok yönlü bir metindir. Bütün bu yanlış kainat okumalarının hepsini bilmeyen bir zeka bu metni kaleme alamaz. Çünkü bütün o sapmaların hepsine küçük cümleler halinde cevaplar vermiş.
Metnin başındaki ayetlerden hareket edilerek darbı mesel yani örnekleme yaptığını yazar söylüyor. Yani bir hakikati daha anlaşılır ve elle tutulur hale getirmek için bir gerçekçi veya fantastik hikaye kaleme almak, ta ki insanlar tefekkür etsinler, ta ki insanlar tezekkür etsinler. Dramatize etmeyi sanki son yüzyılda öğrenmiş olan batı düşüncesinin yanılmasını öne sererek, Allah’ın ta asırlar önce darbı meselle hakikatleri akla ve düşünmeye yaklaştırdığını söyler.
Hz. Mevlana, Kabusname ve daha nice metinler küçük hikayelerle hakikatleri akla veya kalbe yakınlaştırmak istemişler. Bediüzzaman tefekkür tarihimizin en büyük tahkiye metinlerini vermiş ve birçok hakikati anlamaya insanları yakınlaştırmıştır. Veya anlatmıştır.
Bu sözde kullanılan kelimeler bahsi yansıtmak için olağanüstü bir seçimle meydana getirilmişler. En çok kullanılan kelime acib kelimesi.
“Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki acib bir aleme götürülmüşler.”
İkincisi; “Şu acaib alemde gezerek seyran ettiler…”
Üçüncüsü; “Şu acib alemin elbette bir müdebbiri…”
Hiç görülmemiş, alışılmamış, şaşırılacak, karşılaşılmamış bir görüntü ve durum.
İnsan dünyaya alıştığı için onun acib tarafını görmüyor, ülfet ettiği için etrafındaki harika şeylerin bakılmak ve düşünülmek için yaratıldığını hatıra getirmiyor.
Acib kelimesini Kur’an da kullanıyor: Cin suresinde Kur’anî mana aşağıda ortaya konmuş, Bediüzzaman da bu kelimeyi çok kullanıyor.
Kurânen: Okunan şey, anlatılan, kainat kitabı, cem.
Aceben: Garip, acayip, ilginç, hayret verici şey, harika güzel
Acaba Kur’an’ın, garip, acayip, ilginç, hayret verici, harika, güzel olduğunu kaçımız anlıyoruz. Bu tamamen farklı bir eğitim gerektiriyor. Dünya da bir Kur’an olduğuna göre o da yukarıdaki sıfatlarla anlatılır.
“Bir zaman iki adam bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki, acîb bir âleme götürülmüşler.
Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizamından bir memleket hükmünde,
belki bir şehir hükmünde,
belki bir saray hükmündedir.
(Aleme farklı noktalardan bakıyor. Ayet’ül Kübra’nın başında da, mekan seviyesinde dokuz değişik bakış açısı var. Misafirhane, ordugah, seyrangah, tenezzühgah... Bakmak deyince akla ancak o gelir. Bakmak sanata taalluk eden bir kelime ama Bediüzzaman sanat ile dini, birleştirmiş. Tefsir tarihinde böyle bir şey yok. Sanat felsefesini beğendiğini söylüyor. “Risale-i Nur’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı ictimaiye-yi beşeriyeye ve ahlak ve kemalat-ı insaniyeye ve sanatın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise Kur’an ile barışıktır. Belki Kur’an’ın hikmetine hadimdir. Muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.” (Asa yı Musa)
Bediüzzaman felsefeye karşıdır gibi bir terane yok, muzır kısmına yani zararlı olan ateist, nihilist felsefeye, ahlaksız sanat felsefesine karşı. İnsanların sosyal hayatına hizmet eden felsefeye karşı değil, onu biliyor ve iyi, kötü, güzel, çirkin sınırını belirlemiş. Ahlaka hizmet eden felsefeye de karşı değil. Bak bu kayıt bir cümle bile değil ama felsefenin ahlaka hizmet eden kısmı ile Bediüzzaman dost. İçimizde öyle enteresan adamlar var ki sadece büyük harfleri görüyor, halbuki ”büyük adamlar küçük kayıtlarda gizlidir” sözünden haberi yok, garibanın. Bediüzzaman büyük temalarla küçük kayıtlar arasında denge kurmuş, büyük temaları küçük kayıtlarla bozmuyor bu çok büyük bir denge kuralı. İstese ahlaka, sosyolojiye, sanata hizmet eden batı felsefesi hakkında sayfalarca konuşur yazardı ama o dengeyi koruyor. Bazen de “izin verilmedi“ diyor.
Ahmet Vefik Paşa çok okumuş bir adam ona “devrik kütüphane” derlermiş. Bazen konuşurken ayrıntıdan bahsin ana temasından koparmış ve “kalem bastı bir bahs-i düşvara nagah, saded nerde ben nerdeyim Allah Allah“ dermiş. Bu söz bir çoğu tarafından kullanılır.
“Kemâl-i hayretlerinden etraflarına baktılar.”
Hayret etmek, hiçbir şeye yönelmeden kala kalmak. Hayret etmek buysa kemal-i hayret ne demek. Denetlenemeyen bir bakış hayret, kemal-i hayret ise denetlenmeyenin ötesinde bir bakış. Ülfetle kaybedilen mesafeyi ortadan kaldırmak için kemal-i hayreti kullanmış. Dört duvar arasında dünyayı görmeyen bir adam birden dünyaya çıksa tam şaşkın bir hayret ile etrafa bakakalır.
İşte sayısız insan bu layüadd ve layühsa nesneler ve olaylar dünyasını her gün görüyor, ona anlam vermek istiyor. Bu onda büyük bir hayret doğuruyor. Bediüzzaman o hayretten aşağıdaki mülahazaları çıkarıyor.
Bediüzzaman sadece din anlayışını değil kelimeleri canlandırmış ama bunu bizimkilere anlatamazsın. Dört duvar arasından çıkan biri birden kemal-i hayret ile bakar, işte Bediüzzaman’ın yakaladığı anlam bu.
Sanatçılar ve fikir adamları, ilim adamları, romancılar bu kaotik kainat içinde hepsini birden veya tek tek absürd olarak görmüşler. Freud trajedi olarak görmüş hayatı, Tolstoy absürd olarak yorumlamış yer yer. Sonra dine yönelmiş, birşeyler ile kendini bulmak istemiş, kiliseye gitmiş, sıradan avam gibi giyinmiş, Hristiyanların kutsal suyundan içmiş ama tatmin olmamış. Sonra Peygamberimizin (asm) hadislerini görmüş, onları okumuş ve bir kitap yayınlamış.
Bediüzzaman insanın evren karşısındaki şaşkınlığını manaya dönüştürmüş. Azim bir alem, muntazam memleket, mükemmel şehir, bir alemi içine almış bir saray. Alem, memleket, şehir, saray. Hepsi düzenli şeyler, kaos yok, anlamsızlık yok.
“Gördüler ki, bir cihette bakılsa azîm bir âlem görünüyor;
bir cihette bakılsa muntazam bir memleket,
bir cihette bakılsa mükemmel bir şehir,
diğer bir cihette bakılsa gayet muhteşem bir âlemi içine almış bir saraydır.
Şu acâib âlemde gezerek seyrân ettiler.”
İki adam acaib alemde gezerek seyran ediyor, hepimiz bu alem içindeyiz ama acaib değil, sadece bastığımız yeri görüyoruz.
“Gördüler ki, bir kısım mahlûklar var; bir tarz ile konuşuyorlar. Fakat, bunlar, onların dillerini bilmiyorlar. Yalnız, işaretlerinden anlaşılıyor ki, mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.”
Mesela kuşlar toplu olarak uçuyor toplu olarak bir yeşilliğe ve tarlaya konuyorlar. Uçuşları ahenkli, kaçışları ahenkli dünya içinde ikinci bir dünya kurmuşlar. Koyun sürüleri de öyle birlikte hareket ediyorlar, sanki biri onları toplu olarak idare ediyor. Bunlara dikkat ediyor, konuşmalarına dikkat ediyor. Bediüzzaman’ın dikkati ne kadar keskin.
“O iki adamdan birisi arkadaşına dedi ki;
Şu acib âlemin elbette bir Müdebbiri
ve şu muntazam memleketin bir Mâliki,
şu mükemmel şehrin bir Sahibi,
şu musannâ sarayın bir Ustası vardır.”
Alem, memleket, şehir, saraydan sonra buraları düzenleyen faile dikkat çekiyor. Müdebbir, sahib, malik, usta yine diyeceğimiz ne kadar seçilmiş ve birbiri ardından gelen failler. Müdebbir yönetmede tedbirler alan, alem, memleket, şehir, saray ancak tedbirlerle yönetilir. Çokları bir müdebbiri görememiş, kelimeler üzerinde düşünmedikten sonra bunları yazan adamın kelime seçmedeki ve anlatmak istediğindeki derinlik görülmez. Sahib, malik, usta da aynı şey. Karmaşık olaylardan fiillerden faillere götürdü.
Bir müdebbir, bir malik, bir sahib bir usta var, o zaman bunları tanımalı. Şu alemin yönetimindeki tedbirleri anlatmak kitaplara sığmaz, ilimin bir çoğu bunları anlatıyor, bulutların tedbiri, hayvanların insan hayatına endeksli yönetimi. Bütün canlıların hayatına dikkat edince onların sahibi bir maliki görebilirsin, çünkü o kadar mükemmel ve anlamlı yaşıyorlar ki.
“Biz çalışmalıyız, O’nu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren O’dur. O’nu tanımazsak, kim bize meded verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz?”
Fiiller, failler ve sıra geldi onları tanıma çalışmalarına. Nasıl birbirine mantiki ve dini ve felsefi kurgularla bağlı. Tanımak çok anlamlı bir kelime, şimdi O zamirine geldi. O kim? Müdebbir, malik, sahip, usta. O müdebbir, o malik, o usta, o sahip işte hepsi O zamirinin işleri. Yunus’un “Her nereye baksam dopdolusun” izahı yukarıdaki muakele.
“Hem, koca bir âlemi bir memleket sûretinde,
bir şehir tarzında,
bir saray şeklinde yapan
ve baştan başa hârika şeylerle dolduranve müzeyyenâtın envâıyla tezyin eden
ve ibretnümâ mu’cizelerle donatan bir Zât.”
Şimdi daha elle tutulur şeyler var, harika şeyler, müzeyyenatının envaıyla tezyin, ibretnüma mucize. Bu kelimelerin görüntülerine örnekler ver. Bir şehirde güvercin şampiyonası düzenlenmiş o kuşlara bak her birini bir güzellik enstitüsünde süslemişler ki öyledir ama biz farkında değiliz. O ne saltanatlı yürüyüş, mütenasib görüntü, akla zarar. “Müzeyyenatının envaıyla tezyin eden…” Bu ne güzel cümledir, defalarca okuyup hazzetmek ister insan. Her canlıya ona göre süs takmak ve süslemek, tezyin etmek, tam bir apokaliptik imaj. Eserlere bakıyorsun, bir de topluluğa ne kadar zerafetten uzağız, hayret ne hayret. Bunları hazzedecek, hissedecek insan yetiştiremedik, altınlar arasında yürü farketme.
Alem, memleket, şehir, saray sonra müdebbir, malik, sahip, usta. Sonra şehir, saray, harika şeyler, müzeyyenatın envaıyla tezyin. Bu biribirine lazımı ve tamamlayıcısı işler ve fiiller ve isimlerden sonra elbette bu cümle gerekir, bunlar o iki adamın gördüklerinin mantıklı tasnifi.
Bu kadar fiil, bu kadar harika ihtimam, arkasından o insanlar ne düşünür, işte bunu. Evine bu kadar itina gösterilen bir canlıdan birşeyler istemek mantıklı değil mi.
”Elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. O’nu tanımalıyız. Hem, ne istediğini bilmekliğimiz lâzımdır."
Senin için kainatı yapsın, sana göre süslesin seni ve çevreni, sen bunları görme sana terettüp edeni düşünme, olmaz evet olmaz, onun bunları niçin yaptığını araştırma, ye, iç, eğlen para-pul harca, hayır olmaz, valla olmaz billa olmaz.
“Öteki adam dedi: "İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir Zât bulunsun ve bütün bu âlemi tek başıyla idare etsin."
“Arkadaşı cevaben dedi ki: "Bunu tanımazsak, lâkayd kalsak, menfaati hiç yok; zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir; menfaati olursa pek azîmdir. Onun için, Ona karşı lâkayd kalmak hiç kâr-ı akıl değildir."
“O serseri adam dedi: "Ben bütün rahatımı, keyfimi onu düşünmemekte görüyorum. Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmayacağım. Bütün bu işler, tesadüfî ve karma karışık işlerdir; kendi kendine dönüyor. Benim neme lâzım?"
“Akıllı arkadaşı ona dedi: "Senin bu temerrüdün beni de, belki çoklarını da belâya atacaktır. Bir edepsizin yüzünden, bâzan olur ki, bir memleket harab olur."
Yine o serseri dönüp, dedi ki: "Ya katiyen bana ispat et ki, bu koca memleketin tek bir Mâliki, tek bir Sânii vardır; yahut bana ilişme."
“Cevaben arkadaşı dedi: "Mâdem inadın divânelik derecesine çıkmış; o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahra giriftar edeceksin. Ben de sana on iki bürhan ile göstereceğim ki, bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, her şeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihette noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve her şeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mu’cize ve hârikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır."
Bir giriş metnine çok mesele yüklenmiş, felsefi bir hikaye, iki kişi yaratılışı sorguluyor. İki adam var, bir sahne kurulmuş konuşuyorlar, olumsuz adam bahsi genişletmek için kayıtsız davranıyor. Onun varlığı şeytan gibi, oppozit yani zıt adam, ama alternatif düşünce üretiyor. Bediüzzaman onu nasıl farklı şekillerde kullanıyor, menfi fikirlerin tercümanı yapıyor ama ona cevap vererek de bahsi genişletiyor. Kötünün iyiye lüzumu var ama kafası çalışan sorgulayan bir kötü.
Anlatımda iyi kötünün imtizacından hakikatin tecellisi bu da bir anlatma harikası.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Allah insanlara misâller verir ki, düşünüp öğüt alsınlar. (İbrâhim Sûresi: 25.)
Düşünsünler diye insanlara Biz böyle misâller veriyoruz. (Haşir Sûresi: 21.)