Bediüzzaman’ın Ondokuzuncu Söz isimli eseri Peygamberimizin (asm) yaratılış muammasını nasıl çözdüğünü anlatan cümlelerle doludur.
Aşağıdaki metinde edebiyatta geriye dönüş, maziye giderek bazı hakikatleri anlatma tarzı vardır. Buna Anglo Amerikan eleştirisinde cameback denir. Bu tarz anlatım maziyi günceller ve güne taşır.
Gerçeklik imkanını yükseltir. Bediüzzaman bizim üdebamızın daha anlamadığı bu tarzı eserlerinde kullanır. Ta 30’lu yıllarda. Ondokuzuncu Söz’de anlatım içindeki kurmaca adamı yanına alır onunla Asr-ı Saadete gider, tam sinematografik bir sahne.
Alışmışız bu ifadelere Arap yarımadasına gidiyorlar. Peygamberimizi vazife başında görüp onun üzerinde düşünüyor. Ne hayal, ne tasarım, peygamber anlatımlarında ne kadar yeni ve harika bir teknik. Peygamberimizin (asm) portresini çiziyor. Siret ve suretin görüntüsünden yorumlar yapıyor.
“Eğer istersen, gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü'l-Araba gideriz. Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte, bak: Hüsn-ü sîret ve cemâl-i suretle mümtaz bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu'ciznümâ bir kitap, lisanında hakaik-âşinâ bir hitap, bütün benî Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.”
Burada bir hutbe var, hutbe ezeli bir hutbe. Ne demek ezeli hutbe? Adem Peygamberden (as) beri devam eden bir hutbe. Her peygamber o hutbeye yeni katkılarda bulunmuş.
Peygamberin elinde mucizeler gösteren bir kitap, Peygamberin dilinde de hakikatlara aşina bir hitap var. Ne demek hakaik aşina? Yani bütün gerçekleri bilen bir hitap tarzı. Yaratılışın meselelerini birbiri içinde birbirine açılan üç cümle ile anlatıyor.
Daha sonraki cümleler yaratılışın büyük meseleleri onları anlatıyor.
1-“Sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i acibânesini hal ve şerh edip
2-ve Sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını fetih ve keşf ederek,
3-Bütün mevcudattan sorulan, bütün ukulü hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual-i azîm olan "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suallerine mukni, makbul cevap verir.”
Alemin yaratılışının sırrı. Bu sır asırlarca kala kalmış, insanlar bu sırrı çözmek için çok çabalamış ama bu mutlak hakikat kayıtlı nazarlarla anlaşılmaz. Kendi de öyle söylüyor; “Hakikat-ı mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez.” Sırrı hilkat-ı alem hakikat-ı mutlakadır, insanın sınırlı nazarları ile kavranamaz, kuşatılamaz. Bu yüzden hilkatin sahibi onu çözmek ve izah etmek için bir anahtarlar zinciri göndermiş. Onlar kimler peygamberler zinciri. Onlar vahiyden aldıkları ışık ile o sırrı çözüyorlar. Bu alemin yaratılış sırrı, bir acib muammadır, anlaşılması sor bir sırlar kümesidir, muammadır. Peygamberleri zorunlu kılan realite ve durum budur. Onu hal ve şerhetti, çocuğunu diri diri gömen insanlar birden o hal ve keşfedilmiş sır ile kainata bakışlarını değiştirdiler ve kul oldular. Aristo Eflatun gibi filozoflar da akılla kavranamaz bir gücü farkettiler ama insanı o gücün karşısında ubudiyete götüren esaslar vaz edemediler, aklın gücü o kadar işte.
Sır iki adet biri hilkat-ı alemin sırrı, diğeri de, sırrı kainat. İki sır biri alemin yaratılış sırrı öbürü ise kainatın sırrı. Kainatın sırrı ile alemin sırrı farklı şeyler ama ikisi arasındaki farkı bulmak lazım.
Sonraki cümleler de farklı. Bütün mevcudattan sorulan, şimdi insanlardan sorulmayı anlıyorum ama bütün mevcudattan sorulan, mesela arıdan, koyundan soruyor muyuz, sen nesin nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun, o üç canlı bize söylesinler. Onlar alemden bir görev paylaşmışlar, onlar yerli yerine konmuş kendi dışındaki sayısız canlı gibi.
Yaratılışın daha net ifadesi olan ve bütün mevcudatı ve insanları hayret ettirerek meşgul eden sualler ve bu sualler sual-i azim yani büyük suallerdir.
Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? İşte o peygamber (asm) bunlara mukni ikna edici ve makbul herkes tarafından kabul görmüş cevaplar verir.
Dördüncü Reşha da yine yaratılışın sırları doğrultusunda kaleme alınmış. Onun çözdüğü sırlar ile o sırlar hakikat ışığı neşrederler. Onlardan uzak kainata bakılırsa nasıl göründüğünü anlatır. Burada anlatılanlar insanların o muammayı ve esrarı bilmedikleri zamanlardaki kainata bakışlarını ve psikolojilerini izah eder.
“Bak, öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki, eğer onun o nuranî daire-i hakikat-i irşadından hariç bir surette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve mevcudatı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevilhayatı zevâl ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün.
“Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, o matemhane-i umumî, şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılâp etti. O ecnebî, düşman mevcudat, birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite, birer mûnis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekvâ edici, kimsesiz yetimler, birer teşbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir suretine girdi.”
Beşinci Reşha ise yine yaratılışın daha ayrıntılı bir bakış açısıdır. Daha felsefi ve dini bir boyuttadır. Peygamberin çözdüğü sırlar ile kainattaki
Harekat
Tenevvüat
Tebeddülat
Tagayyüratı anlamlandırır. Bütün kainattaki birbiri içindeki sayısız hareketlerin bir kaos değil anlamlar zinciri olması, bütün türlerin çeşitlerin birbiri içindeki faaliyeti, gayesi ve düzeni koruyarak başkalaşmak bunlar da yine o büyük Hatib’in çözümlediği daha derinlikli fiillerdir.
“Hem o nur ile, kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülât, tagayyürat, mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubat-ı Rabbâniye, birer sahife-i âyât-ı tekvîniye, birer merâyâ-yı esmâ-i İlâhiye ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedâniye mertebesine çıktılar.
“Hem insanı bütün hayvânâtın mâdûnuna düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyâcâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-ı nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nurla nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akıl ile, niyaz ile nazenin bir sultan ve fîzar ile nazdar bir halife-i zemin olur.
“Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî bir kâinatta böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.
Altıncı Reşha, bu reşha anlam kazanan kainatın sadece halin değil istikbalin yani başka bir hayatın varlığının da müjdecisi olmaktır. O zat bir müjdeci, bir kaşif, bir ilancı, bir dellal, seyirci, keşşaf, göstericidir. Bütün bunlar alemin sırları özümlendikten sonra vahyin ışığında insanın kazandığı özelliklerdir, ama bu özellikler yine o Hatib-i Kudsi sayesinde gerçekleşmiştir.
“İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti cihetiyle—bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün.
“İşte, bak: Nasıl berk-i hâtıf gibi, onun nuru şarktan garbı tuttu. Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illâllah'ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?”
Ondokuzuncu Söz yaratılışın birbirini takib eden hakikatlerini anlatır. Anlatıcı Peygamberin (asm) varlığı ile bunları anlatır.