Korku, insandaki en zayıf damar... Terörü besleyen bereketli memba da o, korku damarı... Kitleleri korkutarak sevketmek, ikna ederek sevketmekten çok daha kolay. Terör, müşterekleri olan üç beş tarife sığdırılabilir; ama terörist, cemiyetin her sınıfından, her seviyesinden olabilir; menşei her yer olabilecek bir bukalemun. Bâzen bir teşkilât, bazen de bir müessesenin bağrında hayat bulabilir. Hattâ zaman zaman devlet de terörist gibi, terörle varlığını kabul ve idame yoluna girebilir. Devletin bir tedhişçi gibi davranması, yakın geçmişimizin nâdiratlarından değildir.
Devlet terörü; ya en âdi cinsinden cinâyetlerle iş görür, ya da müesses nizâmı muhaliflerine karşı merhametsiz bir silâh gibi kullanarak. Sık sık meşru emniyet güçleriyle terör estirebileceği gibi, yargıyı da kullanabilir. Türkiye’nin nev’i şahsına münhasır İstiklâl Mahkemeleri, devlet terörünün tipik ama en zâlim vasıtaları olarak bahsin kayda değer örneklerindendir.
Devlet, zaman zaman sokak ve geniş kitleleri de kullanır; fakat sokak ve kitle, sık baş vurduğu terör kaynaklarından değildir. Terör estirir, ancak mümkün mertebe mevcut nizamı sarsmadan. Maksadı anarşi çıkarmaktan çok, korku salmak ve muhaliflere göz dağı vermektir...
Devlet terörünün temel sebebi, devletin milletin nezdinde meşruiyet zaafiyeti yaşamasıdır. Şu veya bu şekilde milletin devleti kabulde yaşadığı güçlük, devleti teröre sevkeder.
Türkiye Cumhuriyeti, milletin müşterek değerlerine istinadla değil, toptan reddiyle yola koyuldu... Son bin yılının içtimâî çehresini İslâmiyet’in şekillendirdiği ve mefâhiri İslâmiyet’e mal olmuş bir milleti, inandıklarının aksiyle sevketmeye azmeden Cumhuriyetin direnç, itiraz ve isyanlarla karşılaşması tabiî idi.
Millet, şiddetli inkılâb fırtınasının inanç ve örfünü hedef aldığını farketmekte gecikmez. Karşı durur, isteksiz davranır, yer yer isyan eder... İsyanların çoğu kanlı tenkillerle bastırılır... Kurşunların altında can vermekten kurtulanlar, ilk soluğu rejimin bekçiliği tevdi edilmiş sözde mahkemelerde alırlar. Âkibet ya hapishanelerde ömür çürütmek, ya da derme çatma bir darağacında son nefesi vermektir. Asılanların çoğu hakikat-i halde suçsuzdur. Câniyâne öldürülmelerinin sebebi, millete ibret teşkil etmeleridir. İstiklâl Mahkemeleri, bütün bir milleti tehdid etmiş, anneler uzun yıllar bebelerini İstiklâl Mahkemeleri’nin cellatlarıyla korkutup uyutmuşlardır.
Günümüzün Türk yargısı, bu yakın geçmiş mirasının tesir ve tarzını reddetmediği gibi, unutmaya da yanaşmamaktadır. Darbelerle rapt-ü zapt altına alınamayan demokratik sivil arayışları durdurmak şenaatı, yargı için âdeta mukaddes vazifedir. Devlet, diye adlandırılan, ama kast-ı mahsusu dinsizliğe revaç veren ucube bir lâiklik olan devleti koruma vazifesinin yargıya tevdi edilmiş olması, yargı terörünün temel sebebidir.
Zirâ bu dindar millet, inanç ve ahlâkını terk yolunda devletin dayattığı bütün icraat ve faaliyetleri reddetmekte tereddüt göstermemiştir... Bulduğu her menfezi bir soluk nefes almak için kullanan felâketzedeler gibi, başını sürekli dışarı çıkarmış; kafasına inen, yüzünü kan revan içinde bırakan, canını yakan lâikçi dipçiklere ısrarla direnmiştir...
Millete rağmen tesis edilen Batılı nizâmı kuruluştan 1950’ye kadar mutlak bir istibdad ile yerleştirmeye çalışan devletin hazır kıta güçlerinin mühimlerindendir Cumhuriyet Yargısı. Çok partili devre, on yıllık bir sancılı tahamülün akabinde 27 Mayıs’ta son veren meş’um askerî darbenin silâhlı zulmünü, yargı ile yegâne benzerliği isimden ibaret olan mahkemeler tamamlar. Türk Yargısının geçmişindeki Yassı Ada zulmü ya Tevbe-i Nasuh gibi bir tevbenin ikrarı ile unutulur, ya da asla unutulmaz... Sadece Yassı Ada zulmü mü? Bilhassa Kürt bölgelerinde yargının icra ettiği şenaat, fail-i meçhul cinâyetler kadar câniyanedir.
Yargı, yargı olsa; orta yerde, herkesin gözü önünde işlenmiş onyedi bin cinâyete dalga geçercesine “fail-i muçhul” denir miydi? Yargı, bu cinâyetlerin faillerini bilmediğini söylemekle dünyanın inanılması en güç yalanını söylüyor... Ferhat Sarıkaya gibi cesaret timsâli ender örneklerin hayatını söndürmekte yıldırım sür’atı kazanan Türk Yargısı’nın çeyrek asırlık fail-i meçhul soruşturmalarında takındığı Bağdadî tembelliğin istinad ettiği habaseti millet biliyor ve görüyor...
HSYK’nın Erzincan hâdiseleri sebebiyle aslına rücuiyetini bir daha gözler önüne sermesi yadırgatıcı değildir. Türk Yargısı’nın vazifesi, hukuka sadakat değil, millete rağmen tesis edilen müesses nizâmı korumaktır; üsul ve kâide tanımadan korumak.
Ne var ki, millete rağmen kimse ebediyen yürüyemez, yol alamaz... Asker, darbelerle daha fazla yol alamayacağını canı yana yana öğreniyor, öğrenecek... Yargı seksen küsur yıldır uçsuz bucaksızdır zannıyla at koşturduğu meydanın sonuna geldiğini yeni farkediyor. Çıldırması, şaşkınlık yaşaması, isyan ve itiraz etmesi hakikatı değiştirmeyecektir. Yargı da millet hâkimiyetini kabullenecektir...
Bir asra yaklaşan zulümlerinin bedelini arşivler açıldıkça milletin yuhalamaları altında yerin dibine batarak, canı yanarak, ezilerek ödeyecektir. Hukuk adına Menderes ve iki arkadaşını asmanın, Şapka İnkılâbı’ndan iki yıl önce yazdığı küçük bir risâlecikten dolayı İskilipli Âtıf Hoca gibi bir müderrisi ve diğerlerini darağaçlarında şehid etmiş olmasının bedelini milletin derin itimadsızlığıyla ödeyecektir, ödemelidir de...
Türkiye’de en az darbeler kadar yargı da milletin geleceğini mahvediyor, önünü tıkıyor... Münevverlerinin kuduz köpek muamelesi görmekte devam ettiği tek ülkedir bu bedbaht diyar. Münevverin infaz memurları, köpek telef zâbıtaları değil; cübbeli yargıçlardır. Yakın geçmiş, arşiv ve hâfızalarda bütün tâzeliğiyle yaşamaya devam ediyor, delile hacet yok, abes kaçar.
Milletin intibahı bütün müesseselere sirayet edecektir, etmiştir de... Yargı da, asker de bu intibah sirayetinin önünde duramaz. Milletin tercihleri hayat bulmaya devam edecek, hâkimiyet olması gerektiği şekliyle kayıtsız şartsız millete geçecektir.
Evet birileri korkmalı... Ama o, millet değil, bir asırdır millete rağmen memleketi yaşanmaz kılanlardır... Açlıkla boğuşan bir milletin 300 milyar dolarını kendilerinin eseri kirli bir savaşta şuursuzca hebâ edenlerin korkmakta hakları var, hem de korkmalılar. Zirâ, er veya geç hesap vereceklerdir: Ya dünyada milletin temiz vicdanını aksettirecek yeni mahkemelere, ya da bütün hesapların görüldüğü, zerre miktar şer ve hayrın bedelinin ödendiği Mahkeme-i Kübra’ya...
Yaşasın millet, yaşasın emel ve ümid!.. Kahrolsun millet düşmanları, kahrolsun yeis ve me’yusiyet!..