Maalesef ben de bir hukuk profesörüyüm. Ama bu durum yargıdaki pis kokuları hissetmeme engel değil. Elbette ki, bütün bir yargıyı suçlamak da ve genelleme yapmak da doğru değil. Ama olaylar geliştikçe ve operasyonlar arttıkça yargının temiz su borularına karışan kanalizasyon suları teker teker ortaya dökülüyor. Ben bugün bazı müşahhas konuları gündeme getirerek meseleyi değerlendirmeye çalışacağım. Bu söylediğimi ispat edecek delillere sahip değilim; ancak burnuma gelen pis kokular olarak takdim ediyorum.
Birincisi; Söylemez kardeşler olayı çok sevdiğim bir ailenin başına ördükleri çoraptan dolayı beni de ilgilendiriyor. O aile bütün servetini kaybetti ve her açıdan mağdur edildi. Aile reisi dağa kaçırıldı. Meselenin üzerine gidilince Söylemez ailesi ile alakalı iki önemli siyasetçinin adları dolanmaya başladı: Hüsamettin Cindoruk ve Mehmet Ağar. Hele Hüsamettin Cindoruk beyin bu ailenin avukatı olduğu iddiası beni hâlâ da dehşete düşürüyor. Araştırılması ve üzerine gidilmesi gereken meseleler. Mehmet Ağar’ın bu aileyle olan aile bağları da dedikodular arasında…. Hülasa felaket üzerine felaket…
İkincisi; Seyfi Oktay ve Moğultay’ın adalet sistemini belli bir mezhebin adamlarıyla doldurduğu iddialarını Türkiye’de duymayan kalmadı. Şu anda Yargıtay, Danıştay ve HSYK’da bunların mezhepsel örgütlenmelerini de herkesçe biliniyor. Ben sadece iki müşahhas misal zikredeceğim:
1)Seyfi Oktay Beyin Demirel ailesinin yüksek yargıdaki davalarını ve problemlerini kendi kurduğu ekibe nasıl kolayca hallettirdiğini ve bunu açıkça iftiharla anlattığını maalesef kulaktan kulağa ben de duyma şanssızlığına maruz kalanlardanım. Bu felaket bir olaydır. Bence savcılar bu iddialar üzerine de gitmelidir.
2)1993-1998 yılları arasında 3 senesi dekanlık olmak üzere öğretim üyeliği yaptım. YÖK Başkanı Kemal Gürüz olunca yüzün üstünde öğretim elemanının nasıl uydurma sicil ve suç isnatlarıyla Üniversiteden atıldığına şahit oldum ve Eskişehir İdare Mahkemelerinde dönen dolapları bizzat yaşadım. Bu mahkemelere Danıştay’dan nasıl talimatlar geldiği dedikodularını; Danıştay’ın önüne gelen davaları, ilgili dairenin özel kaleminde oturan bir askerin talimatına göre ret veya kabul şeklinde değerlendiği dedikodularını dinlemekten bıktım. Bütün bunların şahitleri ve yaşanan olaylar ilgili dosyaların incelenmesi neticesi ortaya çıkacaktır.
Üçüncüsü; Bizzat benim yaşadığım bir olaydır. 1989 yılında Ankara Kocatepe Camiinde Bilinmeyen Bir Dahi; Bediüzzaman Said Nursi isimli bir konferans verdim. Konferansımda Bediüzzzaman’ın asla Cumhuriyet düşmanı olmadığını ve hatta Cumhuriyetten önce yaşanmış bir olayı hatırlatarak onun dindar bir cumhuriyeti istediğini anlattım. Hürriyet gazetesi, İstanbul Hukuk Fakültesine nakil için uğraştığım günlerde, ‘Nurcu doçent Cumhuriyet zındık rejimidir’ diye haber yaptı. Bu yalan haber benim hayatımı değiştirdi. Neyse ki 13 yıl sonra Yargıtay’ın da tasdikiyle 17.000 TL’lik tazminatla dava kapandı. 1 tek oyla davayı kazandığımı hâlâ unutamıyorum. Bu para avukat parası bile olamazdı; zaten avukatım da para almadı.
Bir acı olay da Anadolu’nun bir kazasında yaşanmaktadır. Bir yakınım vefat etmiştir. 10 seneye yakındır miras davası sürmektedir. Herhalde miras davası açanlar vefat edince dava karara bağlanacaktır. Geciken adalet zulümdür.
Dördüncüsü ve sonuncusu; Bütün bu olaylar sonucu anlaşılıyor ki, adalet sistemimiz yüksek noktalarda çok tehlikeli bir sistem içindedir ve âdil olmayan ellerdedir. Bunun tek yolu Anayasa değişikliklerinin kabul edilmesidir. Anayasa Mahkemesi üyeleri umarım önlerine gelen talebi hukuk kurallarına göre hallederler ve şeklen değerlendirip kendilerini yasama organı yerine koymazlar. Eğer yaparlarsa, iki şey yapılmalıdır; Ya Cumhurbaşkanı devreye girerek atayan makam olarak yetkisine tecavüz eden üyeleri görevden almalıdır ya da bunların suiistimalleri emekli olduktan sonra kendilerinden kanun önünde sorulmalıdır. Kimsenin Türkiye’yi oligarşik bir rejime götürme hakkı yoktur.
Vakit