Bereketli bir hayat deyince aklıma gelen ilk isim, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamdır.
Bir hayat ki, her ânında bir ders, her sözünde bir hikmet vardır. Konuşması kadar, susması da bir ders ve hikmet yüklüdür üstelik.
Hayatı hakkında bin küsur yıldan beri binlerce kitap yazılmış olsa bile, her sene daha nice yeni kitap yazılmaktadır ona dair.
Sözleri binlerce cilt hadis kitabıyla kayıt altına alındığı gibi, bu hadislerle verdiği derslere dair de binlerce cilt kitap yazılmıştır ve hâlâ yazılmaktadır.
Öyle ki, onun tek bir sözünden mülhem, omurgasını onun tek bir hadisinin teşkil ettiği kitaplar vardır.
Böyle bereketli bir hayattır kudsî nebî aleyhissalâtu vesselamın hayatı.
Bin küsur yıldır milyarlarca mü’min onun hayatını kabiliyeti nisbetince yaşamaya talip olagelmiş; bin küsur yıldır milyonlarca ârif ve âlim onun hayatından yeni yeni dersler çıkaragelmiş; ve bin küsur yıldır bu kadar insanı manen doyuran o bereketli pınarın suyundan zerre eksilmemiştir.
Onun hayatından hâsıl olan bu berekete bakınca şeytanın ve hizbinin bin küsur yıldır onunla ve onun getirdiği nurla uğraşmayı en birinci iş edinmesi gözüme daha bir anlaşılır görünür.
Şu yeryüzünde milyarlarca insanın yüzünü yerden alıp semaya yönelten o usve-i hasene aleyhissalâtu vesselam ile uğraşmayıp da kiminle uğraşacaktır ki şeytan ve hizbi?
Ona haset etmeyip de kime haset edecektir?
Yakın bir zaman önce, onun hayatındaki berekete, onun her bir sözündeki hikmete dair taze bir nükte dünyama doldurunca, hem onun hayatındaki o bitimsiz bereketi bir kere daha müşahede ettim, hem şeytan ve hizbinin ona yönelik düşmanlığının ardındaki hasedi bir kez daha hissettim.
Hepimizin bir şekilde muhakkak haberdar olduğu bir hadisti dünyama dolan. Daha önce defalarca duyduğum, defalarca okuduğum, dilimin defalarca telaffuz ettiği bir hadis... Hadisin sadece tek bir kelimesinin içerdiği, daha önce farketmediğim bir ders, beni günlerce düşündürdü ve aklıma başkaca hadislerin açıkça desteklediği bir büyük nebevî hikmeti fısıldadı.
“Yarım hurmayla da olsa, kendinizi ateşten koruyun” hadisiydi sözkonusu olan...
İnfakın önemine, kendinden geçmenin önemine, Allah’ın ona verdiğini Allah’ın ihtiyaç üzere olan başkaca kullarıyla paylaşmanın önemine dair açık bir ders yüklüydü bu hadis. Aza-çoğa, büyüğe-küçüğe bakmadan, Allah için başkalarına vermenin önemini bize haber veriyordu.
İyi de, hadis niye ‘yarım hurma’dan söz ediyordu. Bu dersi vermesi için ‘bir hurma bile olsa’ da diyemez miydi kudsî nebî? Niye “Bir hurmayla da olsa, kendinizi ateşten koruyun” dememişti de, “Yarım hurmayla bile olsa, kendinizi ateşten koruyun” demişti?
Bu sorunun izini sürdüğümde gördüğüm, bir hikmet ve denge dersiydi. Bölünmemiş tek bir hurmanın zihinde uyandıracağı bir “ya hep ya hiç” çağrışımına bedel, ‘yarım hurma’ bir paylaşmanın haberini veriyordu bize. Elindeki tek hurmayı bir başkasına vermek elbette büyük bir hasletti ama, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ‘yarım hurma’dan söz ederek hem nefsimize karşı da sorumlu olduğumuz dersi veriyor, hem de tıpkı “Amellerin en hayırlısı az ama devamlı olanıdır” hadisinde olduğu üzere ‘kanun-u fıtrat’a muvafık bir infak yolunu bize gösteriyordu.
Elinde kalan tek hurmayı bir başkasına vermek, elindeki son imkânı bir başka mü’min için kullanmak; bunlar güzel hasletlerdi, ama bu şekilde bir infak çabasının devamlı ve kalıcı olması kuşkuluydu. Çünkü, işin içinde insanın kendi nefsinin veya vücudunun fıtrî ihtiyacını gözardı etmesi gibi bir ‘zorakilik,’ bir ‘kanun-u fıtrata muhalefet’ halini de içeriyordu.
Kendisi aç halde bugün elindeki son hurmayı bir başkasına veren, yarın da aynısını yapan kişinin hep böyle gideceğinin garantisi yoktu. Bilakis kendi vücudunun ihtiyacını bu kadar görmezden gelmenin ve nefse bu kadar yüklenmenin akıbeti, örneklerine hayat içinde çokça tecrübe edildiği üzere, bir müddet bu duruma tahammül ettikten sonra bir kopma anını müteakip sırf kendi-merkezli bir hayata savrulmaktı. İnsanın kendisi de etten ve kemikten ibaret olduğuna ve onun da yemeye-içmeye ihtiyacı olduğuna göre, sırf başkası-merkezli müfrit bir hayat tasavvurunun gelip dayanacağı nokta sırf kendi-merkezli bir tefrite yuvarlanmaktı.
Oysa kudsî nebî, böyle bir anlayışın kendisini mazur göreceği bir ifade olarak ‘bir hurma’ yerine ‘yarım hurma’dan söz etmekle, insana bu iki uç nokta arasında bir dengenin dersini veriyordu. Ortada infak edilecek bir ‘yarım hurma’ varsa, bu, hurmanın diğer yarısını ayırıp kendimizin yediğinin işareti değil miydi? Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, kendisini merkeze almayan ama kendi nefsinin ve vücudunun ihtiyacını görmezden de gelmeyen bir orta noktaya çağırıyordu bizi.
Bir bakıma, İsrâ sûresinde verilen bir dersin; elini omuzuna asıp Allah’ın ona verdiğinden başkalarını mahrum etmekten de, elinde avucunda ne varsa hepsini dağıtmaktan da uzak bir denge noktasında infak etme dersinin bir yansımasıydı bu hadisin ‘yarım hurma’sı. Ne kendini unut, ne de kendinde kal. Yarım hurmayla kendi nefsini sustur, diğer yarım ile de başka nefislerin ihtiyacına yetiş...
Bir ‘yarım hurma’yla kudsî nebînin vermiş olduğu bu denge dersini kavrayabilsek, nice hayatlarda tezahürü görülen ifrat-tefrit arası salınımlar bir orta noktada karar kılacak.
Bir ‘yarım hurma’yla kudsî nebînin vermiş olduğu bu hikmet dersini kavrayabilsek, bir uçtan öbür uca savrulması mukadder “Ya hep ya hiç” zorakiliğinin yerini, “Hem o hem bu” fıtrîliği alacak.
İşin sırrı ‘bir hurma’da değil. Düğüm ‘yarım hurma’da çözülüyor...