Geçen sabah, zihnimde bir imgeyle uyandım.
Bir yarış imgesiyle...
Hayat, bir yarış pisti gibi göründü bana.
Gözün alabildiği yere kadar uzanan bir pist.
Hayır, bir koşu pisti değil. Bir araba yarışı pisti.
Hız tutkusunun, diğerlerini geçme hırsının gaza bastığı bir yarışın içindeydi insanlar.
Hepsine, üzerlerinde isimleri yazılı bir araba verilmişti. Özellikleri farklı, ama aynı marka arabalar...
Hepsi için bir şerit belirlenmişti. Herkes arabasını o şeritte kullanacaktı.
Herkes bir arabanın direksiyonuna geçmiş, kendi önlerine bakmaktan ziyade sağlarındaki sollarındaki insanları kollayarak; “Onu geçtim, bunu geçmek üzeyerim, şunu da geçmeliyim” diye sürekli hırslanarak ilerliyordu.
Ama bilmedikleri bir gerçek vardı.
Bitimsiz bir yol değildi önlerindeki.
Yarış pisti, nihayetsiz değildi.
Pistte herkes için ayrılan şeritlerin bir sonu vardı. Kiminin daha uzun, kiminin daha kısa; ama her şeridin bir nihayeti vardı.
Ötesi, uçurumdu.
Herkes yalnız kendi şeridinde ilerleyebildiği halde, hırs yapıp sağlarına sollarına bakanlar, “Onu geçtim, bunu geçmeliyim”e odaklananlar, bitiş çizgisini ya hiç farkedemiyor, yahut farkettikleri anda frene bassa bile duramadan uçuruma yuvarlanmış oluyordu.
Kendisiyle yarışırken uçuruma yuvarlananlara bakıp, “Salağa bak! Kiminle yarışıyorsun? Gördün mü gününü?” diye söylenenleri bekleyen son da farklı değildi.
Uçuruma düşerlerken onlar için de “Salağa bak! Kiminle yarışıyorsun?” diye söyleniyordu birileri.
Bu söylenenlerin de akıbeti farklı değildi.
Sağına soluna bakan, sağındakine solundakine gülen, kendi şeridinde yol almak varken başkalarını geçme hırsına tutulan herkesi aynı akıbet bekliyordu.
Nereden geldi bilinmez, o sabah vakti uyanırken zihnime dolan bu imgeyi düşünerek geçti sonraki dakikalarım.
İnsanların dünyasını, insanların zihinlerini ve günlerini dolduran şeyleri düşündüm.
Dünya hayatını, bir yarış pisti gibi görüyor değil miydi insanlar?
Herkes, kendi hayatını yaşamak varken, başkalarının hayatına dikmiş değil miydi gözlerini?
Kendi kemalini yaşamak varken, başkalarını geçmeye odaklamamıştı aklını ve kalbini?
Nereye baksak, bir yarış gerçeği çevrelemiyor muydu gözlerimizi?
“Onların arabası var, benimki daha yenisi olmalı.” “Onlar şu kadar kazanıyor, ben daha fazla kazanmalıyım.” “Onların mutfak harcaması şu kadar, ben daha fazla harcayabilmeliyim.” “O şuradan giyiniyor, ben daha pahalısından giyinmeliyim.” “Onların evi şu evsafta, benimkisi bu evsafı geçmeli.” “Onların çocuğu şu puanı almış, benimki daha yükseğini almalı.”
Böyle bir yarışın içinde değil miydi hemen herkes...
Herkes yarışıyor değil miydi?
Birini geçen, onu geçtiği anda geçmek isteyeceği yeni bir hedef belliyor; o hedefi de geçenler daha ötede bir hedefe kilitlenmiyor muydu?
Fakir adam zengin, zengin adam kral, kral adam herşeyin sahibi olmak istemiyor muydu şu yeryüzünde?
Şu bitimli hayat yolculuğu, insanların ellerinde ‘mal ve evlatça bir çokluk yarışı’na dönüşmüş değil miydi?
Bu yarışa girenler, bu yarış içinde gözünü sağında ve solunda geçilecek rakiplere kilitleyenler; geçtikleri kişi sayısı ne olursa olsun, kendi şeritlerindeki bitiş çizgisini göremedikleri, frene basamadıkları, bassalar da geç kaldıkları için, uçuruma yuvarlanmıyorlar mıydı?
Ötesini düşünmeden dünya hayatında gaza basmanın bedeli, gaza bastıkça cehennemin gayyâ kuyusuna doğru biraz daha hızlıca ilerlemekti.
Onun bunun hızıyla, arabasının modeliyle meşgul olmadan, haset etmeden ve ettirmeden yaşayan, dünyalık uğrunda başkaları ile yarışmadan yaşayanlar için ise, şeritlerinin sonunda, onları cehennem gayyâsına düşmeden esenlik yurduna, dârü’s-selama, firdevs cennetlerine eriştiren asma köprüler vardı.
Bu dünyanın gerçeğini böyle bildim.
O yüzden, bu imge ile uyandığım günden beri, daha bir ısrarla ve daha bir tekrarla şunu söylüyorum:
Ben kendi yolumda gidiyorum. Ben kimseyle yarışmıyorum.