'Yasemin’den, ‘Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi’ye...
Batı’nın kendine dert edindiği ‘Doğu meselesinin’ iki asırlık bir geçmişe sahip olduğunu söyleyen kimi tarihçilerin aksine; meselenin, Anadolu ve İstanbul’un ya da büyük ticaret yolları ve hatta Kudüs’ün İslam hakimiyetine girişine dek uzanan bir tarihsel sürece dayandığına inanır kimi düşünürler.
Aslında, Türk ve Müslüman ilerlemesi nedeniyle, Batı’nın asırlar boyu içinde bulunduğu o meşhur travmayı merkeze koyduğumuzda; İslam’a ve Müslümanlara karşı duyulan korkuları, o gün için bir yere kadar ve kendi mantığıyla haklı görmek de mümkündür kanımca.
Nitekim, korunma içgüdüsü veya karşılarındaki medeniyet hakkında içinde bulundukları tarihî cehalet ya da sürekli yaklaşan bir tehdit karşısında hükmünü süren ‘vatan-millet-Tuna’ söylemleri gibi etkenler, bunu bir nebze anlaşılır kılabilmekte.
Ancak, tam da bu noktalardan ele alındığında; farklı söylem ve projelerle de olsa ‘Doğu Meselesinin’ neden hala son bulmadığını, hiçbir insanî mazeret izah edemez inancındayım.
Zira ortada, ne Osmanlı ya da Eyyubî, Endülüs gibi güçlü İslamî-siyasî yapılar, ne de ekonomilerini tehdit edecek kaybedilmiş ticarî yollar bulunmakta artık!..
Dahası, belirleyici ve etkin bir hal olarak bu realite, bir bakıma iki yüzyıldır da hükmünü icra etmekte!...
Neylersiniz ki, belirli bir zamana dek ‘korunma güdüsüyle’ izah edilebilir haldeki o icraatlar; nice zamandır, hem karşı hamlelere ve hem de ondan öte emperyal ihtiraslara ve politikalara araç kılınmakta açık açık.
Üstelik, ‘böl ve yut’ şeklinde özetledikleri gayet sade bir politikayla, o tarihi düşmanlarını sadece ‘gömmekle’ kalmayan o emperyal ruhlar; o düşmanlarının mirasçılarını da “ayrı ayrı teşekküller” halinde maddeten ve zihnen bölerek, işlerini kendilerince sağlama almayı da unutmamışlar.
Yani ortada, Necip Fazıl merhumun ifadesiyle, “Bir yiğit vardı gömdüler şu karşı bayıra, Arkasından kefenini gömleğini soydular, Aman kalkar deyip üstüna taşlar koydular..” hali durmakta gerçekten de!...
Ama bütün bu yaşanmış, yaşanmakta ve aşikare hakikatlere rağmen, bugünün tarihî bir yenilmişlik ve aşağılık kompleksiyle hareket eden kimi yurdum aydınının içinde bulunduğu ‘gömülmüşlüğü’ ise, hala devam etmekte...
Zira bu ‘aydın’ tip, ne zaman bu ‘gömülmüşlüğü’ sona erdirmeye, bu bölünmüşlüğü sonlandırmaya ve her biri başka bir fikrî illet olan zihinlerimizdeki ‘o taşları’ atmaya yönelik bir niyet sezse, buna en başta engel olmayı bir vazife sayar kendisine.
O zihniyet, yerli ve yabancı mensuplarıyla en başta kendisi ayak direr yani müminlerin ittihadına!.
Son zamanlarda Türkiye, Suriye, Lübnan, Yemen gibi kimi kardeş ülkeler arasındaki yumuşamaların ve açılımların olduğu kadar; özellikle de Tunus, Cezayir ve dün de Mısır gibi İslam beldelerinde 2011 yılıyla birlikte meydana gelen büyük hürriyet hareketlerinin, ittihad-ı İslam’ı tetikleyecek bir neticeye bürünmemesinin tedbirini, şimdiden almaya çalışmaktalar o yüzden. Bu uğurda düştükleri telaş gizlenemez boyutlarda...
‘Gelen neslin kapısında durdukları’ bu halleriyle; ve üzerlerine yığılmış nice taşın altında durduklarını idrakten yoksun vaziyetleriyle, “mezar-ı müteharrik bedbahtlar!.” hitabını nasıl da hak etmekte bu zevat!...
Ama daha da acısı; umudunu, hayal sınırını ve hatta gayesini ulus, ulusal, millî vs. diye tanımladığı yapılandırmalar çerçevesinde tutmakla, hakikat-ı halde kendisi de ‘o kapının önünde durmuş olan’ kimi müminler dahi, kendilerine düşen veçhesiyle o çabadan almaktalar paylarını... Uğruna can bile verebileceklerini söyledikleri o yapıların, işin aslında, o mezarın üzerine yığılmış taşlardan ibaret bulunduğunu kabullenemiyorlar işte o muhteremler, bin dereden aradıkları su ile...
Oysa bu felaket asrının mebusu, tam da bu konuda ve tam da yüz yıl önce, 1911’de seslenmekte ümmete tüm gücüyle.
Arap coğrafyasının kalbinde, Şam-ı Şerif’te, Araplar’ın şahsında Türklere ve tüm Müslümanlaradır bu sesleniş.
Ve yine başta Araplar olmak üzere tüm müminlere, ‘üzerlerine yığılacak olan o taşlardan’ kurtuluş reçetesidir aynı sesleniş.
Çünkü, ‘bölüp-parçalayıp-yutmakla’ yetinmeyip, bir de sömürerek; ve ondan da fenası, bu halin devamını sağlayacak ‘tavaif-i mülûkları’, yani o sunî yapıları ümmetin başına tesis etmiş bulunan o Batı, bugün de, ‘Doğu meselesini’ bu şekliyle devam ettirmeye çalışmaktadır.
Ama Mısır yönetimine verdikleri destek örneğinde de görülebileceği gibi, kendi hesaplarına olduğu müddetçe anti-demokratik rejimleri koruyan ve destekleyen o demokrasi havarilerine; ve başka İslam toplumlarında milliyetçiliği köpürtürken, kendi hesabına olmadığı için Arapları otuza bölen bu zalim zihniyet temsilcilerine karşı, üzerlerimizdeki taşları artık teker teker atmaktan başka çare bulunmamakta bizler için!.
Üstelik, gücümüz yetmez demektense, en başta “niyetlerde gerçekleştirmekle” başlamalıyız buna.
Ve özellikle de, Şam’daki o hitapta geçen: “Nasılki az ihmal ile tavaif-i mülûk temelleri atılmakta ve onüç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır” hitabındaki ‘tavaif-i mülûkun’; ve on üç asır evvel öldüğü söylenerek ihyası halinde ortaya çıkacak bir fitneyle birlikte dikkat çekilen ‘asabiyet-i cahiliyenin’ neler olduğunu, tam da bu sebeple yeterince tetkik etmemiz gerekmekte.
Zira aynı hitapta yer alan; ve bu fitne, illet ya da bölünmüşlükten kurtuluş yolunda ümmetin nazarına sunulan aşağıdaki reçeteyi hayata geçirilebilmenin şartı, yürekten inanıyorum ki, öncelikle ‘Beylikler dönemindekini’ değil de, en başta ‘bu günkü tavaif-i mülûk halimizi’ zihnimizde önemsemeyi ve aşabilmeyi gerektirmekte. Kaldı ki, tarihî perspektifle Beylikler Dönemini değil; tıpkı Abbasîler sonrasında olduğu gibi, Osmanlı sonrası İslam coğrafyasını tavaif-i müluk şeklinde adlandırmak ancak mümkün olabilir.
İttihad-ı İslam’a bigane kalan yapılanmaların tarifidir yani tavaif-i müluk. Yoksa, tavaif-i mülukun bir parçası içerisinde, tavaif-i müluktan söz edilemez, her ne ise...
Hem Hazretin, içinde her kavmin kendini ifade imkanı bulabileceği “o kurtuluş reçetesini” tarifinde, meramını oldukça somut bir örnek kullanarak vermesini ise; ‘bu reçetenin bireyler ve gruplar arasındaki tefrikaya mahsus olmadığını’ somut olarak belirtmesi bakımından, ayrıca önemsiyorum:
“Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.” (Tarihçe-i Hayat,,s.98.)
Bence şimdi tam sırası işte... Soralım kendimize, bunu, niyetlerde dahi olsa görebilecek o nesl-i âti olma umudu, yoksa 2111’deki torunlarımıza mı kalacak?
Meraklısına not: “Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.” (Tarihçe-i Hayat, aynı yer.)