Yaz kızım!
Ben Hesnâ Şener!
Bir hüsna insan.
Hasan Feyzi Yüreğil’in yüreciğinden, Bediüzzaman’ın sözlerinden, Rabiat’ül Adeviyye’nin rahminden çıkmışımdır.
Kulluğum kusurludur ama namaz aşığı, aşk hafızıyımdır.
Rabia’nın tezgâhında aşk, Hafız Ali Ergün’ün rahlesinde şefkat dersi almışımdır.
Ben Hesnâ Şener!
Bir hüsna insan.
Bir seyyide kadın.
Güller şehri Isparta’nın Senirkent ilçesinde dünyaya gelmişim.
Bedenim ve gönlüm Ravza’dan rayihalar taşır.
Gül-ü Muhammedi’de (asv) açan bir goncayımdır.
1917 yılı baharında dünyaya gelmişim.
Narin bir kılıç gibi güllerin arasından çıkıp gelmişim.
Ravza muhafızı Fahrettin Paşanın kılıcı erkek kardeşimdir.
Rabbim “Fahrettin Paşam kılıcı bırakmak zorunda kaldı. Hesnâ’m gülden bir kılıç olsun, gül mevsimini yaşatsın” deyip beni dünyaya göndermiştir.
Beni bilseydi Sezai Karakoç Lila’yı bir yana bırakır bendeki gül mevsimini yazardı. “Hesnâ Hanım, bir handa asra kıyamet aşısı yapan erkek gibi, Rabia gibi, rüya gibi, dünya gibi bir kadın” derdi.
Ben Bediüzzaman’ın duası, babamın rüyasıyım.
Babam Nuri binbaşıydı, Alay müftülüğü yapardı.
Mazlumların, masumların halini görünce “Hesnâ’m hâkim olsun, mazlumların elinden tutsun” deyip beni okuttu.
Okudum, Türkiye’nin ilk kadın hâkimi oldum.
Bir kalbe iki sevgi sığmaz, deyip hiç evlenmedim
Annem Akile kalp ehli bir hanımmış.
“Uyusun da büyüsün, çağın Rabia’sı olsun” diye diye beşiğimi sallamış.
Gül kokuları, sarhoşluklar, sekirler içre kızlık çağına ermişim.
Rabia’nın kalbine düşmüşüm.
‘Bir kalbe iki sevgi sığmaz’ deyip, evlenmeyen Rabia’nın kalbinden düşmüşüm dünyaya.
Rabia’nın kalbinden bir göktaşı, bir zümrüdü anka.
Rabia’nın ocağında piştim.
Hiç evlenmedim.
Ben Hesnâ.
Bir güzel esmâ.
Hazanı olmayan çiçek dünya bahçasında.
Bir yüzüm Rabia, bir yüzüm Bediüzzaman Seyda.
Her yanım gül goncaları gibi katmer katmer esma.
Gül damlar yanacıklarımdan, kan damlar yüreciğimden.
Birkaç şehirde geçen kısa süreli memuriyetten sonra 1942 yılında Denizli’ye hâkim olarak atandım.
33 yıl bu şehirde görev yaptım.
1943 yılının Eylül sonlarıydı.
Güneş yıldızları peşine takarak Denizli’ye ağdı.
Asrın güneşi Bediüzzaman sahabeleri hatırlatan yıldız talebeleriyle hapishaneyi samanyoluna çevirdi.
Yusuflar samanyolunu doldurdu.
Zindan nurlar içinde kaldı.
Gönüller aydınlandı.
Denizli, Denizli olalı böyle bir gün görmemişti.
Ben bu yaşa kadar böyle bir şey görmemiştim.
İlk kez o gün gördüm Bediüzzaman’ı ve talebelerini.
Hesnâ. Bir güzel kadın. Hz. Hasan gibi “güzellik, iyilik, hüsn sahibi.”
Hz. Mustafa (asm) ve Hz. Hasan’dan doğan nehir.
Bediüzzaman. Bir bedii, hüsna, güzel insan.
Hz. Mustafa (asm) ve Hz. Hasan’dan doğan nehir.
İki nehir Denizli’ye döküldü.
Bediüüzzaman’la ben birbirine dökülen iki nehirdik.
Birleştik deniz olduk.
Denizli şehri bizden doğdu desek yeridir.
Adalet Ya Resullah
Risâle-i Nur’un özellikle Isparta ve Kastamonu’da halk arasında hızla yayılması, Ayetü’l-Kübrâ risâlesinin İstanbul’da gizlice basılması İslâmiyet düşmanlarını telaşa düşürmüştü. Bu yüzden Bediüzzaman Hazretleri “Gizli cemiyet kuruyor. Halkı hükümet aleyhine çeviriyor. İnkılapları kökünden yıkıyor. Mustafa Kemal’e ‘deccal, süfyan, din yıkıcı’ diyor. Bunu hadislerle ispat ediyor” gibi bahaneler ve planlarla itham ediliyordu.
İddianamede Risâle-i Nur Külliyatı içinde yer alan Beşinci Şuâ ile birlikte Tesettür Risalesindeki hakikatler de “suç unsuru” olarak yer alıyordu.
Bediüzzaman “Bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabıtnamede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risâlesi bu sene yazılmış ve neşredilmiş gibi bizi ittiham etmek istiyor” diyordu.
Ankara’dan emir geldi. Bediüzzaman ve talebelerini idam edin, denildi. Çok ağır baskı altındaydık. Üç kişilik hâkim heyeti kuruldu. Ben genç olduğum için heyete alınmamıştım. Ön soruşturmada görevlendirildim. Bediüzzaman’ın ilk göz ağrılarından Ahmet Feyzi Kul karşıma çıkarılmıştı. Benim adil, şefkatli Hâkime Hesna Hanım olduğunu bilmiyordu. İçim kıyılmıştı. Mesleğini kaybetmek, hatta onlarla idam edilmek pahasına ona sevgimi göstermiştim. Hapis köşelerinde çürüyüp gitmesine gönlüm razı değildi.
Ben hâkim olduğumu unutmuştum, o da mahkûm olduğunu unutmuştu. “Ah amcacığım” demiştim, “şimdi perişan olacak, hapislerde çürüyeceksin. Kıl namazını, otur evinde. Böyle işlere karışma. Sana ve çoluk çocuğuna yazık değil mi?’ Ahmet Feyzi bir defa Bediüzzaman’a abayı yakmış, dünyayı ateşe vermişti. ‘A kızım! Müslüman olmak o kadar kolay değil ki!’ deyivermişti. Daha o gün ben rengimi belli etmiş, tarafını seçmiştim.
Mahkeme Reisi Ali Rıza Balaban Bediüzzaman’ı İstanbul yıllarından tanıyordu. Üstad ve talebelerinin masum olduğuna inanıyordu. İki hâkimse baskı altında kaldığından idam istiyordu.
11 duruşma oldu. 12. duruşma yaklaşırken hâkimlerden birisi hastalandı. Balaban benim merhametli, cesur ve adil biri olduğumu biliyordu. “Gel kızım, bizim heyete dâhil ol. Ben Bediüzzaman’ı tâ talebeliğimden, İstanbul’da olduğum zamanlardan beri tanıyorum. Temiz, vatansever ve âlim bir din adamı. Araştırmalarımızda da onun hiçbir suçunun ve zararlı–tehlikeli hiçbir tarafının olmadığını gördük. Hakkında âdilâne bir karar verelim.” diyerek beni heyete atamak istediğini söyledi. Ben dünden razıydım. Üstad Denizli’ye geldikten sonra hakkında araştırma yapmış, kitaplarını okumuştum. Teklifi seve seve kabul ettim.
Duruşmaya çok az zaman vardı. Ali Rıza Efendi Denizli Lisesindeki edebiyat ve felsefe öğretmenlerini Risaleleri incelemek üzere bilirkişi olarak atadı. Müspet rapor yazmaları için telkinde bulundu. Onlar da gereğini yaptı. Ben de dosyaları ve raporu aceleyle inceledim.
Duruşmadan bir gün önce Üstad Polis Memuru Süleyman Gültekin’i çağırmış. “Adliyeye gidebilir misin?” demiş. Süleyman “memnuniyetle”, deyince “Git, Hâkime Hesnâ Hanımı bul. Benim ona hususi selamlarımı söyle. Ayrıca de ki o benim dünya ve ahiret kardeşimdir” demiş.
Biz hâkimlerle vereceğimiz kararı konuşurken Süleyman geldi. Ben Üstadda bir nur seziyordum. Pervasızca savunuyordum. Mutlaka beraat vermemiz gerektiğini, aksi halde vicdanlarını ve meslek haysiyetlerini çiğnemiş olacaklarını, Bediüzzaman’ın ilm-i hakikat sahibi olduğunu, duvarın ötesini de gördüğünü, böyle bir zata vicdan sahibi hiçbir hukukçunun ceza veremeyeceğini söylüyordum.
Süleyman’la göz göze geldik. “Beni Bediüzzaman gönderdi” dedi. Bir anda ortam buz kesti. Oradakiler adeta donup kaldı. Bu ne güzel tevafuk böyle Allah’ım. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Anlat dedim, anlat o ilm-i hakikat sahibi zatın ne dediğini…
Öyle güzel şeyler anlattı ki kimsenin konuşacak mecali kalmadı.
Mahkeme günü geldi. 15 Haziran 1944 tarihiydi. Üstad halkı duruşmaya davet etmiş. Duyan gelmiş. Mahşeri kalabalık oldu. Üç bin melekmisal insan adliye binasını doldurdu. Bina yıkılacak sandık. Mecbur kaldık, bir kısmını çıkarttık.
Babam beni bu günler için yetiştirmişti.
Alay Müftüsü Nuri Efendinin kızına yakışını yaptım, beraat kararı verdim.
Bu kıyamete kadar açılacak nur davalarına emsal teşkil etti.
Bekir Berk’e kapı açtı.
Hapishane kapıları açıldı.
25 Eylül 1943 yılında başlayan Denizli hapsi sona erdi.
O gün dünya benden şunu öğrenmişti:
Hapsedenler unutuluyor, affedenler unutulmuyor.
Hapsedenler beddua, affedenler dua alıyor.
Ağlatanların yüzü gülmüyor.
Hapseden kendini hapsediyor.
Öldüren kendini öldürüyor.
Başım açık olsa da kalbim hakikate açıktı
Risaleleri okuyucunda Üstadım gibi görmeye başladım. Adl ve Hâkim isimlerinin tecelli ettiği Hz. Mustafa, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Bediüzzaman’ı arkama alarak beraat kararının verilmesini sağladım. Erkeklerin korktuğu bir davada kendimi ortaya koyarak mahşerde kendime şefaatçi olacak Kur’ân davasına sahip çıktım. “Adil hâkime” unvanını aldım. Böylece Nur’lar aleyhine açılacak davalara kapıyı kapattım. Milyonlarca nur şakirdinin dua kapıları sonsuza kadar benim için açıldı. Kazandıkları bütün haseneler, sevaplar tamamen benim defterime de yazıldı. Üstadımın da hususî duasına mazhar oldum. Talebeliğe ve manevî evlatlığa kabul edildim. İsmim gavsların, kutupların yanına yazıldı. Demek bir esma, Hesnâ gibi bir insanda tecelli etse gavs makamına yükseliyordu. Rabbimiz, Hz. Hasan ruhlu insanları ahiret âleminin sultanı yapmak için dünya sultanlarının zulmüne maruz bırakıyordu.
Hiç evlenmedim. Ama evladın ne demek olduğunu bilirdim. Faik abimin eşi doğum yaparken vefat etti. Bebek yaşadı. Yanıma aldım. Adını Hesnâ koydum. Büyüttüm, yetişirdim, evlendirdim, avukat ettim.
Risaleler aleyhine açılacak davaları engelleyici bir karar verdim. Akrabam Ali İhsan Tola ondaki hakikatlerin yayılması için çalıştı. Tahsin Tola’da Üstadımın talebesiydi. DP Isparta milletvekilliği yaptı. Bekir Berk’le arkadaştı. Risâle-i Nur’un matbaalarda serbestçe basılmasını sağladı.
Biraz rahat giyinirdim. Memuriyet nedeniyle tesettüre riayet edemedim. Bunu dert ederdim. Tesettür Risalesine beraat verince biraz rahatladım. Risale-i Nur’da bahsedilen şefkat kahramanları arasına girdim. Üstad Ali İhsan Tola’dan selam göndermiş. Ali İhsan açık-saçık kadınların yanından bile geçmediği için selamı iletmemiş. İkinci kez Üstadın yanına vardığında yine aynı şeyleri söylemiş. Yine gelip söylemedi. Üçüncüde kızarak “Sen hâlâ gitmedin mi?” deyince ‘artık gitmek bana farz oldu’ diyerek yanıma geldi.
O gün Denizli sıcaktı. Kısa kollu bluz giymiştim. Eteğim de dizimde... Ali odaya girdi. Selâm verdi. Kapıya yakın bir yere durdu. Çekiniyordu. “Gel bakalım koca Nurcu!” dedim. Rahatladı. Cesaretlendi. Şaka ve iltifat yollu “Sen de Nurcusun!” dedi. Öyle ya ben Risalelere berat vermekle en büyük Nurculardan olmuştum. Adım Hafız Ali ve Hasan Feyzi’nin yanına altın harflerle yazılmıştı.
Büyüklenme, kibirlenme bilmezdim. Bir büyüklüğüm varsa Risalelere beraat kararı vermekti. Herkesle ilgilenirdim. Memurlarla çay içer, yemek yerdim. Herkes çekinmeden yanıma gelirdi. O gün yanımda bir hanım görevli vardı. “Sen kapıyı kapat, bize de iki çay söyle!” dedim. Hanım çıkınca Ali İhsan dile geldi.
“Üstaddan size selâm getirdim. Sırf seni görmek için beni Denizli’ye gönderdi. ‘Mânevî evlâdım Hesnâ’ya selâm söyle’ dedi” deyince darmadağın oldum. Kendimi tutamadım, ağlamaya başladım.
Aman ya Rabbi. Aman ya Rabbi.
Asrın en büyüğü, en bediisi, en güzel adamı bana “mânevî evlâdım” diyor. Asiyeler, Hesnâlar, Hüsnalar, Aliler, İhsanlar, Mustafalar bütün vatan evlatları sana feda olsun, feda olsun…
Biraz kendimi toparlayınca dilim çözüldü: Hey Ali İhsan, hey koca Nurcu! Söyle bakalım, ne olacak şu benim halim? Baksana, ne dünyaya yaradık, ne âhirete... Enaniyetten ne evlenebildim, ne de tesettürlü bir hayat yaşayabildim... Bu halimi düşününce, bazen rahmetli babama bile kızıyorum. Tutturdu okuttu, üniversiteye gönderdi beni. Zaman zaman “Keşke beni köyümüzün sümüklü çobanı Hasan Efendiye verseydi de, hiç okula göndermeseydi” diyorum kendi kendime... Evlenseydim, hiç olmazsa dinimin vecibelerini daha rahat yaşardım. Çoluk çocuk sahibi olurdum... Fakat elden ne gelir? Demek ki bizim de mukadderatımız böyle imiş...
Ali İhsan teselli etmeye çalıştı:
Üzülme Hesnâ Hanım. Hâkim olmasaydın Üstadı ve talebelerini kim beraat ettirecekti? Hocanın duasını nasıl alacaktın? Onun manevi kızı olmakta küçümsenecek bir şey değil… Hazret-i Bediüzzaman gibi bir zâtın hususî duâsına mazhar olmak gibi büyük bir şansın var. Bu az bir şey mi? Denizli’ye sizi ziyarete sırf bunun için geldim. Üstadımız Said Nursî'nin size selâmını getirdim. Beni o gönderdi. Sizin için duâ ettiğini ve sizi talebeliğe kabul ettiğini ifade buyurdu. Ona mânevî evlât olmak, o kadar basit bir şey mi? Bu sana yeter!
“O mübarek zât, bizi bu halimizle kabul eder mi?”
“Evet, sizi hem talebeliğe, hem de mânevî evlâtlığa kabul ediyor. Hatta sizin için hususî duâ ettiğini söyledi.”
“Ama yine de ona lâyık bir talebe olamadığıma üzülüyorum.”
“Üstad, tam üç kere beni çağırarak size selâmını getirmemi istedi. Tembellik ettiğim için, üçüncüsünde beni azarladı. Denizli’ye sırf sizi ziyaret etmeye beni mecbur etti. Emin olun, size çok değer veriyor. Risâle–i Nur’un beraatına karar verenlerden olduğunuz için, sizin veliler kadar büyük hizmet ettiğinizi söyleyip her daim duâlar ediyor...”
Böyle yarım saat kadar konuştuktan sonra Ali ayrıldı. Çarpılmıştım. Eve gittim. İçime çekildim. Kimseyle görüşmedim. Sekiz-on gün işe gelmedim.
Adını denizlere, dağlara, kutuplara yazdım
Ali yanımdan ayrıldıktan sonra hemen Üstada gitmiş. Durumu arz etmiş. Üstad çok sevinmiş. “Ali İhsan, ben onun ismini gavsların, kutupların yanına yazdım. Ona ben onlarla beraber duâ ediyorum. Erkekler korktu ama o kendisini ortaya koyarak Kur’ân dâvâsına taraftar çıktı. Yarın mahşerde Kur’ân ona şefaatçi olacak! İnşallah bu hizmeti onun kurtuluşuna vesile olur. Ne o, Hesnâ tesettürsüz diye darılıyor muydun? İşte tesettüre riâyet etmiyor dediğin Hesnâ, Tesettür Risâlesini de beraat ettirdi. Essebebü kel-fâil (Sebep olan yapan gibidir) sırrınca, bütün sizin kazandığınız haseneler, sevaplar tamamen ona da yazılıyor. İşte bütün hasene, o beğenmediğiniz Hesnâ’nın şecaat ve cesaretiyle oldu!” demiş. Canım Üstadım benim. Hafız Ali ve Hasan Feyzi gibi benim canım da sana feda olsun, dedim.
Başka bir gün gene sözü Hesnâ’sına getirmiş: Hesnâ tesettürlü olsaydı bu davaya sokmazlardı. Onu kendilerinden biliyorlardı. Hesnâ kendini davaya feda etti. Bütün nur talebelerinin kazandıkları hasene Hesnâ’nın bu kararına bağlı. Tamamının kazandığı hasene bir defa da Hesnâ’ya yazıldı.
Bir gün de “Hesnâ kendini feda etti, davayı feda etmedi” demiş. Canım Üstadım benim. Hafız Ali ve Hasan Feyzi gibi benim canım da sana feda olsun, dedim.
Unutmamalı, sevgiyle anmalı
Başka bir gün yine mektupla bana teşekkür etmiş. “Mahkeme zabıt kâtibi ve azadan Hesnâ Hanım ve sorgu hâkimi gibi vicdanlı zatlara teşekkür ederiz. Ve onları unutmayacağımı, bilhassa başta müftü Osman, Hasan Feyzi olarak çok ehemmiyetli kardeşlerime selamlarımızı ve minnettarlığımızı bildiriniz,” [1] demiş.
Asıl ben sana minnettarım Üstadım. Seninle sonsuza kadar yaşayacağım. Ne zaman unutulursan ben de o zaman unutulacağım.
Başka bir mektubunda beraat kararını veren Ali Rıza Balaban, Hakkı Tüzüner ve benden bahsetmişsin. “Hâkim-i âdil ile beraber, hakiki adalete çalışan zatlar, değil yalnız bizi, belki Anadolu’yu ve âlem-i İslâm’ı manen minnettar eylemişler” diyerek şükranlarını iletmiş.
Bir ara “Feyzi’nin mektubunda isimleri bulunan ve bilhassa hâkim-i âdil ile beraber hakikî adâlete çalışanlar (Ç.H.M.) ve Avukat Ziya gibi bütün o zatlar, değil yalnız bizi, belki Anadolu’yu ve âlem-i İslâm’ı mânen minnettar eylemişler. Onlar, bizim gibi Risale-i Nur’a sahiptirler. Eğer lüzum olsa, elime teslim edilen bir kısım mecmuaları da onlara emaneten okutmak için göndereceğim.” demiş.
Asıl biz sana minnettarız Üstadım. Sen olmasaydın bizi kim bilecekti. Unutulup gidecektik. Bugün Nur talebelerinin kalplerinde bir yerimiz varsa sayendedir.
Bir gün de ‘Evet, hâkim-i âdil, Muharrem ve Feyzi ve Hafız Mustafa, bir-iki senede, yirmi sene kadar hizmet-i Nuriyeyi yaptılar; Nurun şakirtlerini ebede kadar minnettar eylediler. Cenâb-ı Hak, onlardan ve beraberlerinde Nura hizmet edenlerden ebeden razı olsun. Âmin.” demiş. Bu duaya ben de âmin diyorum. Cenâb-ı Hak senden de ebeden razı olsun. Âmin.
Bir seferinde de “Hâkim-i âdil namını alan malûm zatı ve lehimizde onunla beraber çalışanları, bu hakikî adalete hizmetleri için âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Altı yedi aydır onları da aynen mânevî kazançlarıma şerik ediyorum.” demiş. Hesnâ’n da seni ebede kadar unutmayacak, mânevî kazançlarına ortak edecek.
Bütün bu güzel sözlerden sonra daha da bağlandım, Üstadıma.
Toprağa Düştüm
22 Temmuz 1975 yılında dünyadan hicret ettim. Üstadımın, gavsların, kutupların yurduna gittim. Allah bende Adl ismini tecelli ettirmişti. Kış günlerinde savaş tehlikesinde sınırda nöbet tutan asker gibiydim. Hakkın, hukukun ezildiği, zulmün kol gezdiği, Beşinci Şua’daki ahirzaman hadiselerinin gerçekleştiği bir dönemde görev başında vefat ettim.
Hemşerilerim cenazemi Senirkent’e götürmek istediler, gitmedim. Üstadımla Denizli’de tanışmıştım. Artık memleketim Denizli’ydi. Oraya defnedilmem gerekirdi. Denizliler de öyle düşünmüşler ki beni bırakmadılar. Büyük bir törenle Üstada uğurladılar. Üstadı görmüş bedenimi Asri Kabristanına bıraktılar. Asri Kabristanında Asr-ı Saadette gibiyim...
Hafız Ali ve Hasan Feyzi’den sonra ben de ardımda ‘hüsna” bir ses bırakarak Denizli toprağına düştüm. Toprak adildir, unutmaz. Sultanlar unutulur da adil olanlar unutulmaz. Hemşerilerim adil sultanlar gibiydiler, unutmamışlar beni. 9 Ağustos 1975 tarihli Senirkent Postası gazetesine ilan vermişler:
İlk kadın hukukçumuz, ilk kadın hâkimimiz Hesnâ Şener’i kaybettik.
İlk üniversite mezunu, ilk hukukçu ve ilk hâkim hanımlarımızdan Hesnâ Şener’i 22 Temmuz 1975 tarihinde kaybettik. 1917 yılında Senirkent’te doğan, merhum emekli Yarbay Nuri Şener ve merhume Akile Şener’in kızları ilk, orta, lise ve üniversite tahsillerini başarılı bir şekilde bitirdikten sonra bazı yerlerde geçen kısa hizmetinden sonra en son Denizli hâkimliğine tayin edilmiş ve 33 yıl yer değiştirmeden bu şerefli vazifesine devam etmiştir.
Vefatını haber alan akrabaları cenazesini Senirkent’e getirmek istemişlerse de Denizli'nin kadirbilir ve vefakâr halkı memleketlerine 33 sene hizmet eden hâkimlik gibi güç bir hizmeti hakkıyla başaran, hiç bir şeyin karşısında zayıf davranmayan, hayırsever, insancıl halleriyle ve ideal bir ahlâk örneğiyle herkese numune olan bu mümtaz hemşehrimizin cenazesini bütün ısrarlara rağmen Denizli halkı ve meslektaşları vermemişler, gönüllerindeki sevgi gibi kendi topraklarına gömmek istemişlerdir.
Cenaze merasimine pek çok halk katılmış, derin bir tazim saygı ve huşu içinde ve arkadaşlarının omuzları üzerinde değerli kızımız Denizli Asrî Mezarlığına defnedilmiştir. Hesnâ Şener hanıma Allah’tan gani gani rahmet niyaz ederken yakınları mühendis Galip Şener’e, Dr. Faik Şener’e, Dr. Tarık Şener’e, Dr. Ali İhsan Şener’e ve Hâkim Altan Şener’e, diğer akraba, dost ve meslek arkadaşlarına başsağlığı dileriz.
Üstadın 27.11.1947 tarihli Nur’ların beraatine hizmet eden Hesna Hanım ve akrabalarına selamını içeren mektubu.
İçişleri Bakanlığının Denizli ve Isparta Valiliğine gönderdiği 08.12.1947 tarihli yazıda bazı Nur Tarikatı (!) üyelerinin evlerinde yapılan aramalarda ele geçirilen evraklarda birçok nur talebesi ile birlikte Denizli Hakimi Hesna, akrabası Hafız Ali ve oğlu Halil’in de isminin geçtiğinden hareketle takibe alınması istenilmektedir.
[1]Emirdağ Lahikası. 24. Mektup