"(...) ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananları azaptan kurtulurlar sanma..." Âl-i İmran, 188.
Yazar, okurunu aradan çıkardıkça, metinlerini okumak güçleşiyor. Yahut da tam tersi: Yazar, okurunun gözüne girmeye çalıştıkça, metinle arası açılıyor. İki türlüsünü de gördüm. Okuru büsbütün unutmak iyi birşey değil, bu belli. Ötekimiz bizi kaybolmaktan koruyor. Konuşacak diğeri kalmadığında, insan, yalnız kendisinin anlayacağı bir dille ve salt kendisiyle konuşmaya başlar. Sonra konuşmayı da unutur. Belki de bu yüzden Allah yüzümüzü 'ötekimize' dönük yaratmış. Beğenilmek istiyoruz. Dışımızda bir kıyas arayışıdır şu aynı zamanda. Tutanacak birşey. Kendilik zindanında boğulmamanın yolu. Gülmek için gülümseyen yüzler görmeye muhtacız. Nihayetinde okunmak istemeyen neden yazsın? 'Bilinmek isteyen gizli hazinenin' tecellisi hepsi.
"Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir."
Okunmak istiyorsan okuruna şefkatli olacaksın. Onu sırtında taşıyacaksın bir nevi. Kendin ot yesen de ona süt vereceksin. Kur’an'da, Cenab-ı Hakkın insanın fehmine tenezzül etmesi, beşerin diliyle (ama elbette beşerden öte) konuşması gibi. Bu bir rahmet aynası olduğu kadar bir nasihat de. el-Hadî olan Allah'ın kullar içinde irşad bayrağına talip olanlara verdiği bir nasihat. Sen de okuruna göre konuşacaksın. Hidayet fildişi kulelerden aşağılara bağırmakla olmaz. Kur'an'da zikredilen bir özelliğidir nübüvvetin: "Size 'içinizden' öyle bir peygamber geldi ki..."
Fakat yazarlıkta bu faydacılık bir noktadan sonra sanatına taş koymaya başlıyor. Bu sefer de hayaline yetişmiyor metinlerin. O vakit şöyle bir ölçü olmalı belki yazdıklarında: Okurunun gözüne girmeye çalıştığın yerler de olsun, ötesiyle konuştuğun zamanlar da. Bütün muhataplarını bir anda bitirenlerden olma. Belki bu sorunumuza kolay bir kurtuluştur. Bir nevi muhkemat-müteşabihat dersi. Herkesin anlayacağı ayetler de var Kur'an'da, ancak ehlinin anlayacağı yerler de. Kelamının ömrünü, Kur'an'ı bu açıdan da örnek alarak, uzatabilirsin belki.
Nasihat alırken ‘veren el’ olarak insanları değil kitapları tercih ederim. Güzel bir söz, sırf söyleyenin söyleme biçiminden dolayı, kötü bir hale gelebilir. Öyleyse sözün hakkını vermek için aradan insanları bir miktar çıkarmak gerek. Hakikatin ‘hakikat’ olduğu için kabulu ancak bu şekilde mümkün olabilir. Veren elin alan elden üstünlüğü kabul edildikçe sadakayı almak kolaylaşır. İnsan üstü gördüğünün ihsanından alınmaz, alır. Aşağısında varsaydıkları altın da getirse izzetine yediremez.
"Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir."
Hatta daha fazlası var: Yazarı bile unutmak gerekiyor bazen metinlerini okurken. Yahut ötesine geçmek gerekiyor. Onu bir nakilci gibi görmek, ardında el-Hadî olanın kokusunu, yani mehazdaki kudsiyeti duymak gerekiyor. Özellikle ahirzamanda...
Yazar kendisini aradan çektikçe okur hakikatle başbaşa kalır. Kendinden bahsetmemek değil kastettiğim. Kendini metninin gayesi yapmamak. Kendini hakikat için detaylaştırmak. Reşha gibi şeffaflaşmak. Eğer damarına dokunmayacak bir nasihat ve tam haklı/hakverdiğin bir söz işitmek istiyorsan, okuyacaksın. Çünkü hayatları kelamlarını yalanlamayan mübarekler 'güzel atlara binip' gittiler. Şimdi aforizmada gayretli, yaşamakta mütereddit, yarım yarım nal izleriyiz biz.